Konuyla ilgili yazılar
Gülen bugüne nasıl geldi?
Gülen tarihi
Vaaz ve kasetleriyle
Bir vaaz örneğini
seyredebilirsiniz
Uzun vaadeli
Gülen ve CİA
Türkmenistan çıkartması
Nurettin Veren çatlağı
Gülen ve Nazlı Ilıcak'tan yanıt
Son kitaplarından biri acaba Gülen'in mi
Fethullah Gülen ve medya atağı
Eleştiri sınırlarını
aşıp kampanyaya çevirdiler
Takke Düştü
Kocamı Fethullahçılara
kaptırdım
New York sokakları('Kocamı
Fethullahçılara kaptırdım'a Fethullahçı yanıtı)
 |
Yıl, 1999
24 Yıllık Hikaye
(Fethullah Gülen)
Hikmet Çetinkaya
(Cumhuriyet Gazetesi yazı dizisi -
22.06.99-04.07.1999)
Dağlara Kamplar Kuruldu
Adalet Partili Milli Eğitim Bakanı
Ali Naili Erdem'in ilçesi Kemalpaşa dolaylarında, gözden ırak
yerlerde eğitim kampları kurulduğunu öğrenmiştik. Balıkesir'in
Edremit ilçesine bağlı Sütüren, Kemalpaşa'nin Ören ve Yiğitler
ile Manisa'nın Turgutlu ilçesinin Ahmetli bucağında kurulmuştu
bu kamplar.
Günlerden 1 Temmuz 1975 Salı... Saat 12.30...
Anılarımızdan hiç çıkmayacak bir görünüm. İlahiler gittikçe
yükseliyor... Tekbir getiriliyordu. Ören kampına beş
kilometrelik yol yapımında Turgutlu Belediyesi'nin dozerleri
kullanılmış. İçişleri Bakanlığı'ndan bir müfettiş, Turgutlu'da
bu konuyu kovuşturmuş.
Ancak sonuç alınamamış....
Bir gün önce özel şekil verdiğimiz sakallarımız belki güven
vermişti ona o küçücük aklıyla... Gözleri olanca saflığın
çizgisiydi ve kimse duymasın diye bir solukta ''Risale-i Nur''
dedi... Yerimizden doğrulduk yavaşça. Çocuk arkasını döndü ve
yaşı daha küçük olanının yanına doğru yürüdü. Az sonra ikişi
birden ilahiler söylemeye başladılar.
Fethullah Gülen... Biz 24 yıllık öyküyü anlatmadan önce, 30 yıl
öncesine gitmek istiyoruz... Din bezirganlarının nasıl
örgütlendiğini belgelerle ortaya koymayı amaçlıyoruz...
Fethullahçılar nasıl örgütlendi?
İsterseniz, ''Nur Kampları'' ndan başlayalım; 1970 yılının
ortalarına bir göz atalım... *
Kemalpaşa dağlarına vuruyorduk bir öğle sıcağında...
Adalet Partili Milli Eğitim Bakani Ali Naili Erdem' in ilçesi
Kemalpaşa dolaylarında, gözden ırak yerlerde eğitim kampları
kurulduğunu öğrenmiştik.
Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Sütüren, Kemalpaşa'nın Ören
ve Yiğitler ile Manisa'nın Turgutlu ilçesinin Ahmetli bucağında
kurulmuştu bu kamplar. Anadolu'nun çeşitli yerlerinden yaşları
on iki ve on beş arasında değişen bu çocuklar bu kamplarda
eğitim (!) görüyorlardı.
Acaba gördükleri ne eğitimiydi?
Saptadığımıza göre eğitim kampları adı altında ''Nur eğitimi''
yaptırılıyordu. Anadolu'nun çeşitli il, ilçe, bucak ve
köylerinden gönderilen bu çocuklara, üç ay süreceğini
saptadığımız bu kamplarda, sabah kahvaltısı, öğle ve akşam
yemekleri veriliyordu. Çocukların haftada bir gün ise tatilleri
vardı. Evet, haftada bir gün, sadece cuma günleri...
Sıcak yine bastırmıştı. Kemalpaşa'nın Ören bucağının değirmen
çevresinden kampa doğru yaklaşıyorduk. Kayalık ve çalılarla
kaplı, yer yer fundalıklı yamaçlardan yürüyorduk. İki yüz metre
aşağımızda dere vardı. Çınar ağaçlarıyla çevrili dere uzayıp
gidiyordu.
Bize kampı gösterecek olan kişi ''Az sonra çadırları
göreceksiniz'' diyordu. Bizim istediğimiz gibi fotoğraf çekme
olanağı yoktu şimdilik ortada.
Bir süre daha yürüdük. Artık kamp görünmüştü.
Çınar Ağaçlarının arasındaydı. Kampın sadece giriş bölümüyle
yarısı görülüyordu. Tahtadan bir konut iskelesi yapılmış ve
üzeri naylon ile örtülmüştü. Önce mavi gömlekli ve takkeli bir
çocuk dışarıya çıktı.
Biz yukarıdaydık. Kampla aramızda iki yüz metre uzaklık vardı.
Sağ tarafımızda ise bir kulübe görülüyordu. Mavi gömlekli çocuk
elinde ibrikle çınar Ağaçlarının arasında kayboldu.
Bir süre olduğumuz yerde kaldık. Sonra aşağıya inmeye karar
verdik. Fotograf makinemizi ve teleleri torbamıza koyduk.
Şimdi dere boyunda yürüyorduk...
Ağaçların altında iki çocuk göründü. Birisi on iki yaşlarında,
diğeri on altısındaydı sanırım...
Bizim geldiğimizi görünce büyük olanı elinde kitabıyla bize
doğru yürümeye başladı. Biz ''Selamünaleyküm'' deyip irice bir
taşın üzerine oturduk. Takkeli, çizgili gömlekli çocuk, on metre
kadar yaklaştı ve bize ''Aleykümselam'' diye karşılık verdi.
Sorduk:
''Ne yapıyorsunuz burada?''
''Kitap okuyoruz...''
''Çok güzel... Adı ne okuduğunuz kitabın?''
Çocuk birdenbire öfkelendi...
''Siz kimsiniz?''
''Biz madenciyiz, maden arıyoruz. Surada biraz dinlenelim
dedik.''
''Fazla kalmayın burada. İleriye gitmeyin sonra.''
''Ne var ileride?''
''Bizim kampımız var...''
''Ne kampı o?''
''Din kampı...''
''Aferin... Çok güzel...''
Bu sözler üzerine yumuşadı çocuk. Daha fazla ileriye gitmememiz
için ikinci kez uyardı.
Az daha konuşmak istiyorduk. Hemen aklıma geldi ve sordum:
''Bu su derin mi?''
''İnsan boyunu geçmiyor...''
''Dereye giriyor musunuz?''
''Giriyoruz.''
''Hangi günler?''
''Cuma günleri tatil. Dereye giriyoruz. Çay içmeye gidiyoruz.
Ören'e kahveye...''
''Diğer günler çalışıyor musunuz?''
''Çalışıyoruz...''
''Okuduğun kitabın adını söylemedin bize.''
Kitabı sıkı sıkı tuttu ve bize biraz daha yaklaştı. Kampın
girişine üç yüz metre kadar kalmıştı. Kitap kaplıydı...
Bir gün önce özel şekil verdiğimiz sakallarımız belki güven
vermişti ona o küçücük aklıyla... Gözleri olanca saflığınn
çizgisiydi ve kimse duymasın diye bir solukta ''Risale-i Nur''
dedi...
Yerimizden doğrulduk yavaşca. Çocuk arkasını döndü ve yaşı daha
küçük olanının yanına doğru yürüdü. Az sonra ikisi birden
ilahiler söylemeye başladılar. Çalıların arkasından yüz metre
kadar öteden teleyle resimledik ikisini...
Fundalıklar arasında zor tırmanıyorduk. Şimdi, kampı tam olarak
seçiyorduk. Bizim oralarda dolaştığımızı sezinlediler. Ya da
nöbetçiler haber saldılar. Köyü yeşil çınar ağaçlarının altında
beyaz takkeli çocuklar dalgalanmaya başladılar. Aralarında
sakallı ve takkeli kişiler de vardı.
Bizi görmüşlerdi. Çınar ağaçlarının arasında kurulmuş, dal ve
yapraklarla örtülü çınarlara sindiler.
Gözcülerden birisi bağırıyordu:
''Çekilin oradan, buralarda dolaşmak yasak...''
Sesinden en fazla on beş yaşlarında olduğu anlaşılıyordu. Bir
köylü çocuğunun sesiydi bu...
Bu kez ben bağırdım:
''Neden çekileceğiz?''
''Yasak buralarda dolaşmak...''
''Neden yasakmış?''
Bu kez kalın bir erkek sesi:
''Burası devletin kampı. Şimdi oraya gelirsek gösteririz
size...''
Günlerden 1 Temmuz 1975 Salı... Saat 12.30... Anılarımızdan hiç
çıkmayacak bir görünüm. İlahiler gittikçe yükseliyor...
Tekbir getiriliyordu.
Ören kampına beş kilometrelik yol yapımında Turgutlu
Belediyesi'nin dozerleri kullanılmış.
Turgutlu Belediye Başkanı Dr. Hüseyin Orhun 'un bu davranışını
CHP'li belediye meclisi üyeleri İçişleri Bakanlığı'na
duyurmuşlar. İçişleri Bakanlığı'ndan bir müfettiş, Turgutlu'da
bu konuyu kovuşturmuş. Ancak şimdiye dek bir sonuç alınamamış.
Ören'de kamp konusunu çok kişiyle konuştuk. Milliyetci Cephe
hükümetinin kurulmasıyla bu yörede siyasal baskı artarken,
Nurcular, Süleymancılar ve komandolar istedikleri gibi at
oynatmaya başlamışlar.
Ören'de konuştuğumuz, ancak adlarını vermeyeceğimiz kişiler,
bize Atatürk devrimlerinin nasıl alaşağı edilmek istendiğini,
yurdun çeşitli yerlerinden gelen çocukların çağdışı medrese
eğitimiyle beyinlerinin nasıl yıkandığını anlattılar.
'Goministlere, kafirlere ölüm...'
Ören halkının ifadelerine göre kampa sıkma başlı kadınlar da
geliyor. Kampların yönetimini ise tanınmış Nurculardan Fethullah
Gülen yürütüyor. Kadınlar geceleri kalmıyorlar kampta. Soruyoruz
Örenlilere: ''Kampa giren oldu mu içinizde hiç?'' Kampa giren
yok şimdiye dek Ören halkı içinden. Salt AP'li Belediye Başkanı
İbrahim Akçora girermiş. Akçora, kampı finanse eden kişiler
arasında.
Genç, Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuduğunu söylüyor. Kamp
hakkında bilgi veriyor. Kampın üç aylık olduğunu, on beşer gün
süreceğini söylüyor.
Bizim bildiğimiz kadarıyla kamplar dinlenmek için yaz
tatillerinde deniz kıyılarına kurulur...
Eğitim yapılacaksa gizli değil, herkese açık bir şekilde
yapılır. Atatürk devrimleri öğretilir çocuklara. Doğadan söz
edilir, spor yaptırılır.
Sağda solda takkeli çocuklar vardı. Çoğu bizim geldiğimizi
görünce takkelerini çıkarmışlardı. Şimdi beş kişiydik. Neden
sonra resim çekmek için izin çıkmıştı. Ancak yüzünde bıçak
yarası izi bulunan sinirli delikanlı karşı çıkıyordu fotograf
çektirmeye. Gerekçesi ise şöyleydi:
''Siz insanları putlaştırmak istiyorsunuz...''Evet aynen bunları
söylüyordu. Diğerleri çekiniyorlardı kendisinden.
Konuşuyoruz Örenlilerle... Notlarımızı olduğu gibi aktarmakta
yarar var sanırız...
- Bizim gördüğümüz kadarıyla iki yüz kişi vardı kampta. Sizce ne
kadar?
- Aşağı yukarı aynı.
- Sizinle ilişkileri oluyor mu kampa gelenlerin?
- Cuma günleri izinli oluyorlar. Gruplar halinde kahvelere
geliyorlar. Çay içiyorlar birlikte. Hesabı, yaşlı bir kişi var,
o ödüyor...
- Konuşuyorlar mı sizlerle?
- Hiç konuşmuyorlar?
- Kampa gelen Çocukların görünümü nasıl sizce?
- Çoğunluğu yoksul köylü çocukları. Duyduğumuza göre kimileri
Kuran kursu, kimileri ilkokul ve ortaokul öğrencileri.
Aralarında lise öğrencileri de var.
- İmam hatipli yok mu?
- Elbet var.
Ören halkının ifadelerine göre kampa sıkma başlı kadınlar da
geliyor. Kampların yönetimini ise tanınmış Nurculardan Fethullah
Gülen yürütüyor. Kadınlar geceleri kalmıyorlar kampta.
Soruyoruz Örenlilere:
''Kampa giren oldu mu içinizde hiç?''
Kampa giren yok şimdiye dek Ören halkı içinden. Salt AP'li
Belediye Başkanı İbrahim Akçora girermis. Akçora, kampı finanse
eden kişiler arasında.
Turgutlu'dan Hacı Osman Aykutlar ve Ali Rıza Ünlü. Aykutlar
kiremit ve tuğla fabrikası sahibi. Turgutlu'da toprak
işçilerinin direnişe geçtikleri fabrikalardan birisi
Aykutlar'ın. Grevci işçilerin üzerine ''Gomonistler, kafirler''
diye saldıran kişi. Ali Rıza Ünlü ise çiftçi.
Neler oluyor kampta?
Küçük öğrencilere medrese eğitimi yaptıranlar, Ankara'dan,
Konya'dan ve İstanbul'dan özel yetiştiriciler getirmisler.
Ören kampından dönerken çocuklar görmüştük derede yüzen.
Kilavuzumuz derede yüzenlerin köyün çocukları olduğunu söyledi
ve ekledi ardından.
''Görüyorsunuz kampa köyün çocuklarını bile sokmuyorlar...''
''Sen denemedin mi girmek için?''
''Denedim denemesine. Geçen gün geldim, içeriye girmek istedim,
sokmadılar. Bizim üniversitede okuyan arkadaşlar kampa girmek
için bir kasa domates götürmüşler...''
''Girebilmişler mi?''
''Nerede... Sokmamışlar içeriye?..''
''Kamptan ses geliyor mu hiç?''
''Sürekli olarak ilahi sesleri geliyor. Kuran okuyorlar hep.
Elbet ibadet yapılır. Ama bizde dere kenarlarına kamp kurularak
değil. Bunlar Nur eğitimi yapıyorlar. Ellerindeki kitaplar hep
Said-i Nursi'nin kitapları. Dikkat ettim, hepsi kaplı
kitapların, kağıtlarla...''
''Gördüğüm çocuğun kitabı da kaplıydı...''
''Yasak değil mi böyle kamplar?''
''Kamp kurulabilir. Ancak böyle dere kenarlarında gözden ırak
yerlerde ilk kez görüyoruz. Nur eğitimi yapıldığına göre yasak
olması gerekir.''
Aracın gidebileceği kadar güzel bir yol...
Yiğitler'den yukarılara tırmanıyoruz.
Kılavuzumuzun aracı önde, biz arkada ilerliyoruz. Sağımız ve
solumuz çam ormanlarıyla kaplı. Kemalpaşa'nın mesire yerlerinden
birisi Yiğitler köyü.
Bir viraji döndükten sonra bir araç yol ortasında duruyordu.
Başında üç kişi vardı. Plakasi 45 DP 475 olan pikap Turgutlu'dan
''Uyar'' firmasına aitti.
Yaklaştık aracın başındakilere. Araç su kaynatmıştı. Aracın
kampa gittigini hemen anladık. İçlerinden genç olanı sordu:
''Kardeşler nereye böyle?''
Kılavuzumuz hemen yanıtadı:
''Kardeşler madenci. Bu arada arıcılık yapacaklar, yer arıyoruz.
Siz kampa gidiyorsunuz sanırım?''
''Kampa yiyecek götürüyoruz...''
''Ne var kasalarda?''
''Zeytin...''
Biz, zaman kazanıp kamptaki çocukların yardıma gelmesini
beklemek için motor üzerine konuşuyoruz. Sonra birlikte zeytin
dolu kasaları indiriyoruz. Bu dizinin hazırlanmasına katkısı
olan Tayyar Eraslan 'la birlikte bir kasayı yükleniyoruz.
Kasaların bir kısmını indirdikten sonra, on üç yaşlarında zayıf
kara-kuru bir çocuk yaklaşıyor yanımıza.
Çocuğa soruyorum, ''Kamptan mı geldin?'' diye. Çocuk başını
sallıyor, ''evet'' yanıtını veriyor. Aracı birlikte itiyoruz.
Araç çalışıyor ve uzaklaşıyoruz. Şimdi çocukla birlikteyiz. Foto
muhabiri arkadaşımız görünmeden teleyle çalıların arasından
resimlemeye çalışıyor bizi...
''Adın ne senin?''
Kara gözleri oynuyor. Hiç yabancılık çekmiyor. Bizi kamp
yöneticilerinden sanmış olacak ki yanıtadı hemen:
''Ali Acar...''
''Nerelisin?''
''Antalya'nın Serik ilçesinden.''
''Okula gittin mi hiç?''
''Gittim... Beşi bitirdim.''
''Başka okula?''
''Kuran okudum...''
''Burada dinleniyorsunuz değil mi?''
Birlikte yürüyoruz küçük Ali Acar'la. Zeytin dolu kasaların bir
kısmı yolun ortasında. Araç tekrar gelip yükleyecek.
Ali'nin elinde bir kitap var. Nurculukla ilgili, Said-i Nursi
'nin bir kitabı. Kendi savunmasıyla ilgili bir kitap bu...
''Neler yapıyorsunuz kampta?''
''Nur kitapları okuyoruz... İlim öğreniyoruz...''
''Aferin sana...''
''İlim öğrenip...''
Sustu. Kara gözleriyle bakındı sağa sola.
''Sonra'' dedim. ''İlim öğrendikten sonra n'apacaksınız?''
Beyaz gömleğinin yakası kirliydi.
''Kafirleri öldüreceğiz...''
''Kim bu kafirler?''
''Namaz kılmayanlar, açık saçık giyinenler. Onlar kafir hep.
Hepsi kafir. Camileri kapatacaklar. Müslümanları öldürecekler.
Ama biz ilim öğrenince soracağız hepsine...''
''Demek kampta bunları öğreniyorsunuz?''
''Evet...''
Tam bu sırada bir başka çocuk göründü. On beş yaşlarında,
aydınlık yüzlü bir çocuktu bu...
''Selamünaleyküm...''
Karşılık verdik:
''Aleykümselam.''
Gözüyle kim bunlar gibi işaret etti. Bizim yabancı olmadığımızı
belirleyen bir hareket yaptı Ali. Bunun üzerine büyük olanı
yanımıza yaklaştı ve sağ elimizi iki eliyle avuçladı.
Tam bu sırada pikap tekrar geriye dönüyordu. Biz kampa
yaklaşmıştık. Üc yüz metre kadar aşağıda dere kıyısında çam
ağaçlarıyla örtülü bir vadıdeydi.
Yolun kenarında ''Dikkat izinsiz girilmez'' yazılı tabela vardı.
Sarı renkli bir çadır. Yüze yakın, yaşları on iki ve on altı
arasında değişen çocuklar. Aralarında sakallı ve delikanlı
çağında olanlarla orta yaşlılar ve yaşlılar da görülüyor. Çam
ağaçlarını kendimize siper ettik. Üc yüzlük bir teleyle
fotograflamaya çalışıyoruz. Bulunduğumuz yerin bütünüyle
ormanlık ve çam ağaçlarıyla kaplı, aşağısının ise çınar
ağaçlarıyla örtülü oluşu, iyi fotograf çekme olanagı vermiyor.
Yerlere oturmuşlar konuşuyorlar aralarında. Ya da biri konuşuyor
da diğerleri dinliyor...
Tümünün beyaz takkeli oluşu dikkatimizi çekiyor Ören'de olduğu
gibi. Burası dinlenme kampı değil. Gözden ırakta, Türkiye'nin
çeşitli yerlerinden gelen küçük Çocukların eğitildiği bir kamp.
Ören'de iki yüz, burada yüz ve Ahmetli'de yüz çocuk var. Bir
kişinin günlük giderinin yirmi lira olduğunu düşünürsek, üç
kampın günlük giderinin sekiz bin lira olduğu gerçeği çıkar
ortaya. Bir ayda ise üç kampın gideri 240 bin liradır. Üç ayda
ise 720 bin lira gider olacaktır. Bu giderleri kimlerin
karşıladığı biliniyor kuşkusuz. Yetkililer gerekli soruşturmayı
yapacak mı? Bunları açıklayacak mı? Sanmıyoruz. Ama yine de
bekliyoruz.
Şimdi sabah oluyor... Çadırlarda kıpırtı başladı. Dışarıya
çıkanlar ellerinde ibriklerle çalılıkların arasında
kayboluyorlar.
Sabah kahvaltısı yine ağaçların arasında. Şu anda hiç kimse
görünmüyor. Saatler ilerliyor... Az ileride bir gölet var. Orada
yüzmeye gidenler olacak mı diye beklemeye başlıyoruz...
İn cin yok bu dağlarda... Hani adamı kesseler kimse duymayacak.
Kırk yaşlarında bir adam, yanında üç çocukla çınar Ağaçlarının
arasından sıyrıldı.
Tümünün ayağında çizgili pijamalar var. Suya giriyorlar hemen.
Yaşlı adam çocukların üzerine su atıyor. Oynuyorlar suyun içinde
adam ve çocuklar...
Tekrar Yiğitler'e dönmek uzere yola çıkıyoruz. Tam yol kavşağına
geldiğimizde bir genç battaniyesiyle ve valiziyle duruyor. Belli
kampa gidecek. Biz aracımızı durduruyoruz.
''Kampa mı gideceksin?''
Bu sorumuzu yanıtlıyor ''evet'' diye. Belki kamptan geldiğimizi
düşünüyor. Araçtan inip yanına yaklaşıyoruz...
''Az önce bir araba gitti, kaçırmışsın...''
Kaçırdım gibisine başını sallıyor. Zayıf ve çelimsiz biri.
Elinde kaplı bir kitap var. Kitabı bacaklarının arasına
saklıyor.
''Nerelisin?''
''Aydınlıyım...''
Genç, Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuduğunu söylüyor. Kamp
hakkında bilgi veriyor. Kampın üç aylık olduğunu, onbeşer gün
süreceğini söylüyor.
Bizim bildiğimiz kadarıyla kamplar dinlenmek için yaz
tatillerinde deniz kıyılarına kurulur... Eğitim yapılacaksa
gizli değil, herkese açık bir şekilde yapılır. Atatürk
devrimleri öğretilir çocuklara. Doğadan söz edilir, spor
yaptırılır.
Tekbir sesleriyle çınlıyor ortalık. Evet, tekbir sesleriyle
çınlıyor dereboyları. Küçük, yoksul köylü çocukları Atatürk
devrimlerine karşı, çağdışı bir eğitimle yozlaştırılıyor...
Yüzünde derince bıçak yarasının izi vardı. Şöyle tepeden tırnağa
uzun boylu süzdükten sonra gözlerini elimizdeki fotograf
makinesine taktı...
''Resim çekmek yasak...''
Sinirlenmişti. Kampa girmemizi sağlayacak olan mektubu uzattık.
Zarfı açtı, mektubu okudu.
''Siz burada bekleyin...''
Emir emirdi. Hızlı adımlarla yürüdü. Biz beklemeye başladık.
''En fazla on dakika kalacaksınız...''
Beş dakika sonra karşımıza dikildiğinde sinirleri yatışmamıstı.
Artık kamptan içeriye girmiştik.
Sağda solda takkeli çocuklar vardı. Çoğu bizim geldiğimizi
görünce takkelerini çıkarmışlardı.
Şimdi beş kişiydik. Neden sonra resim çekmek için izin çıkmıştı.
Ancak yüzünde bıçak yarası izi bulunan sinirli delikanlı karşı
çıkıyordu fotograf çektirmeye. Gerekçesi ise şöyleydi:
''Siz insanları putlastirmak istiyorsunuz...''
Evet aynen bunları söylüyordu. Diğerleri çekiniyorlardı
kendisinden. İzmir Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisi olduğunu
sonradan öğrendiğimiz sinirli delikanlı, aynı zamanda kampın
müdürlüğünü yapıyor, arasıra elini beline atarak tabanca
taşıdığını göstermek istiyordu.
Üçüncü Bölüm
24.06.99
'İslam mücahitleri yetişecek'
Her taraf yemyeşildi. Aşağılarda Akçay, deniz, kum ve güneşle
bütünleşiyordu. Şaşkınlığımız geçmemişti... Dağlara kamplar
kurulmuştu 1975 Türkiyesi'nde. Gözlerden ırak, içeriye
girmemizin izine bağlı olduğu kamplar. Çocuklar gelmişlerdi,
yoksul köylü çocukları. Yaşları oniki ve onbeş arasında olan
çocuklar, bizim çocuklarımız.
Beyinleri yıkanıyor ve çağdışı bir eğitimle yozlaştırılmak
isteniyorlardı. İnsanları kötülükten kurtaracaklarmış
sözumona. Said-i Nursi adlı bir sapığın kitaplarıyla bu
kamplarda Nur eğitiminden başka bir şey yapılmıyordu.
Suudi Arabistan'da irtica kampları kuruluyor. Türkiye'de buna
benzer kamplar kurulmaya başlamıştı...
Resim çektirmenin putlaştırma olduğunu söyleyen delikanlı,
Atatürk devrimlerini, uygarlığı ve her şeyi kenara itmiş, Said-i
Nursi'nin kitabıyla doğruluğu arar olmuştu... Ama o küçük
yavruların ne günahı vardı? Beyaz takkeli, bizleri görünce çil
yavrusu gibi dağılan, tekbir getiren ve ilahiler söyleyen
çocuklar geçiyor gözlerimizin önünden...
Adı Vehbi Yıldız 'di. Kendi deyişiyle Kazdağı eteklerinde
kurulan bu kampta küçük yaştaki çocuklar eğitiliyordu. Eğitimin
adı yoktu. Ama Vehbi Yıldız'ın elinde Said-i Nursi'nin ''Nur'un
İlk Kapısı'' adlı yapıtı vardı. Kampların düzenleyicisi nurcu
vaiz Fethullah Gülen'di...
Birkaç kare resim çektirme izninden sonra konuşmaya başladık.
Sözü geçer kişiden aldığimız mektupta ''Cumhuriyet muhabiri''
değil, bir başka gazetenin muhabiri olduğumuz yazılmıştı.
Kamplarıyla ilgili ovgü dolu bir roportaj yapacağımız yazılmıştı
mektupta.
Sorduk adını söylemeyen bıyıklı olanına ''Neler yapılıyor
kampta'' diye. Bir süre düşündü, sonra anlatmaya başladı:
''Ahlak dersi veriyoruz. İnsanların kötülüklerden kurtulmasını
istiyoruz.''
''Nasıl olacak bu kurtuluş?''
''Kampların sayısıni çoğaltarak. Kazdağı'nda üç kampımız var.
Gelecek yıl sayılarını beşe ona çıkarmak istiyoruz...''
''Kampların sayısı çoğaldıkça insanlar kötülükten kurtulacak
diyorsunuz?''
''Evet öyle... Buradaki kamplarda İslam mücahitleri
yetişecek...''
''Bir siyasal partiyle ilişkiniz var mı?''
''Hiçbir siyasal partiyle ilişkimiz yok. Ama düşüncelerimiz var.
Her şey İslam için olacak...''
''Kaç ay sürüyor kamp?''
''On beşer günlük devreler halinde... Üç ay sürelidir
kampımız...''
''Kampları toplumdan uzak yerlerde seçmenizin nedeni?''
''Kamplar insanların arasında kurulmaz...''
Konuştukça Vehbi Yıldız'ın tedirginliği artıyordu. Bir kez
kuşkulanmıştı bizden. Aklından ''acaba'' sözcüğünün geçtiği her
hareketiyle belli oluyordu.
Bu arada tedirginlik duymayan bıyıklı genç, karşı çadırı işaret
edip ''Orası yemekhane'' dedi.
Ayağa kalktık, yemek çadırına doğru yürümeye başladık. Çınar
ağaçlarının arkasında küçük çocuklar korkuyla bizleri
izliyorlardı. Saklanıyorlardı daha açıkçasi bizden. Çadrırdan
içeriye girdik. Tahtanın üzerine nöbet çizelgesi yazılmıştı.
Yeşil renkte plastik tabaklar, bardaklar ve sürahiler vardı. Her
şeyin rengi yeşil olarak seçilmişti nedense.
''Nöbet tutmak gerekli mi?''
''Elbet gerekli... Kim giriyor kim çıkıyor bilmek için...''
''Herkes girmiyor mu kampa?''
''Girmiyor. Bu mektubu getirmeseydiniz siz de giremezdiniz.''
''Sizce ne sakıncasi olur girerlerse?''
''Çeşitli sakıncaları vardır. Bizden olmayan giremez.''
Böyle sürüp gitti konuşmamız. Çadırdan çıkarken bir kitap paketi
gördük. Daha yeni gelmiş olacak ki açılmamıştı. Az sonra kamptan
ayrıldık ve Kazdağı eteklerinden Kızılkeçeli Köyü'ne doğru
inmeye başladık... Her taraf yemyeşildi. Aşağılarda Akcay,
deniz, kum ve güneşle bütünleşiyordu. Şaşkınlığımız
geçmemişti... Daglara kamplar kurulmuştu 1975 Türkiyesi'nde.
Gözlerden ırak, içeriye girmemizin izine bağlı olduğu kamplar.
Çocuklar gelmişlerdi, yoksul köylü Çocukları. Yaşları oniki ve
onbeş arasında olan çocuklar, bizim çocuklarımız. Beyinleri
yıkanıyor ve çağdışı bir eğitimle yozlaştırılmak isteniyorlardı.
İnsanları kötülükten kurtaracaklarmış sözümona. Said-i Nursi
adlı bir sapığın kitaplarıyla bu kamplarda Nur eğitiminden başka
bir şey yapılmıyordu.
Suudi Arabistan'da irtica kampları kuruluyor. Şimdi Türkiye'de
buna benzer kamplar kurulmaya başlamıştı...
Acaba yapılmak istenen neydi?
Resim çektirmenin putlaştırma olduğunu söyleyen delikanlı,
Atatürk devrimlerini, uygarlığı ve her şeyi kenara itmiş, Said-i
Nursi'nin kitabıyla doğruluğu arar olmuştu... Ama o küçük
yavruların ne günahi vardı? Beyaz takkeli, bizleri görünce çil
yavrusu gibi dağılan, tekbir getiren ve ilahiler söyleyen
çocuklar geçiyor gözlerimizin önünden... Evet kamplar kuruldu
dağlara. Bu kamplarda nur eğitimleri yapılıyor. Biz ilgilileri
uyarıyoruz.
(8 Temmuz 1975, Cumhuriyet)
Kamplara baskın yapıldı
Dağlara kamplar kurulmuştu ve bu kamplarda Nur eğitimi
yapılıyordu. Evlerinde üç kitap bulundu diye gözaltına alınan
ilerici ve devrimci aydınları anımsadım. Gördüğüm tüyler
ürpertici tablodan sıyrılamamiştim ki gazetenin telefonu çaldı.
Edremit'ten arıyorlardı beni.
Telefonda arayan dost şöyle sesleniyordu:
''Kazdağı kampı basıldı ve çok sayıda Nur kitapları bulundu...''
Günlerden 8 Temmuz 1975 Salı. Gazetem Cumhuriyet'te yayımlanan
''Dağlara Kamplar Kuruldu'' dizi yazımın
sonuncusu olan Kazdağı kamplarını anlattığım gün. Birdenbire
rahatladım. Çünkü dizi yazımla birlikte sağcı basin karşı bir
yayına girişmişti. Çoğu gazeteci arkadaşlarım ise böyle bir
olayın olamayacağı savındaydılar.
Edremit'e gitmeye hazırlanırken Devlet Güvenlik Mahkemesi
Savcılığı din kamplarının kurulu bulunduğu yerlerdeki
savcılıklara bir yazı göndererek baskınlar yapılmasını
istiyordu.
Aynı gün Edremit ve Kemalpaşa yöresinde izlenimlerimi şöyle
aktardım gazeteme:
''Dağlarda kurulan ve 'din eğitimi' yapılan Kazdağı'ndaki kampa
baskın düzenleyen Edremit Savcılığı, Said-i Nursi'ye ait üç
sandık dolusu kitap, iki teyp ve bir sandık teyp bandi ele
geçirmiştir. Kampta Nur eğitimi yaptırdığı ileri sürülen 13 kişi
ile yaşları 12-15 arasında değişen 50 kadar çocuk da
bulunmuştur.
Kazdağı'ndaki din kamplarına yapılan baskın İzmir Devlet
Güvenlik Mahkemesi'nin Edremit Savcılığı'na yaptığı basvuru
üzerine gerçekleştirilmiştir. Devlet Güvenlik Mahkemesi ayrıca
özellikle Ege yöresindeki din kamplarının kurulu bulunduğu
yerlerdeki savcılıklara da baskın düzenlenmesi için talimat
vermiştir.
Edremit Savcılığı Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin basvurusu
üzerine Kazdağı eteklerindeki din kampına jandarmalarla bir
baskın düzenlemiştir."
Baskın sırasında kampta bulunan ve Nurculuk eğitimi
yaptırdıkları ileri sürülen Ege Üniversitesi Kimya Bölümü
asistanlarından Muzaffer Ayvaz, Edremit'in zengin işadamlarından
zeytinyağı tüccari Hacı Arif Çağan, Avcılar
köyü esrafından Haci Mehmet Ambarlı ve adları açıklanmayan 10
kişi yakalandıktan sonra gözaltına
alınmışlardır.
Jandarmanın yaptığı baskın sırasında yaşları 12-15 arasında
değişen 50 çocuk da ele geçirilmiştir. Savcılık bu çocukların
kamplarda nasıl eğitim gördüklerini, kendilerine neler
öğretildiği konularında ifadelerine başvurmuştur.
Kazdağı'ndaki kamptan Edremit'e getirilen ve gözaltına alinan
Nurculuk sanıkları ile ilgili olarak yetkililer açıklama
yapmaktan kaçınmaktadırlar.
Edremit Kaymakamı Cahit Ertan bölgesinde meydana gelen
olaylardan önce haberi olmadığını söylemiş, daha sonra da bu
konuda bir açıklama yapılacağını bildirmiştir. Ilgililer
soruşturmanın sürdüğünü belirtmektedirler.
Öte yandan, olayın duyulması üzerine Belediye Başkanı Osman
Arıkan, AP ilçe Başkanı ve halktan bazı kişiler
Adliye'ye gelerek gözaltına alınanların durumu hakkında bilgi
almak istemişlerdir.
Bu arada, Turgutlu Cumhuriyet Savcılığı da Yiğitler ve Ören
kampını yönettiği ileri sürülen tuğla fabrikatoru Osman Aykut'un
evine ve fabrikasina düzenledigi baskın sonunda Said-i Nursi'ye
ait 45 kitap ele geçirilmiştir.
Kemalpaşa Savcılığı da kampın yöneticilerinden olduğu belirtilen
Fethullah Gülen ve Ali Ihsan Özen'i aramaya
başlamıştır.
Bu arada Devlet Güvenlik Mahkemesi istenilen bilgileri Savcı
Edip Özyörük'e verdi. Özyörük, sanıklar hakkında Türk Ceza
Kanunu'nun 163. maddesince dava açılacağını söyledi. Bu
açıklaması gazetelerde çıkınca sağcı basin başladı tekrar
yaygaraya. Kazdağı kampı basıldıktan sonra Ören kampı anında
dağıtılmıştır. Acaba neden baskın yapilmadan dağıtılmıştır?
Evet şimdi bunun nedenini açıklayalım:
Milli Eğitim Bakani AP'li Ali Naili Erdem'in ilçesi, Ören
bucağına on kilometre ötede bulunan Kemalpaşa'dır.
Ören yemyeşil şirin bir bucaktır. İzmir - Ankara eski asfaltının
girişinde yüce çam ağaçları altında insanlar görünüşsüz güneş
devrildikten sonra. günün diğer saatlerinde iskemleler
bomboştur.
Amaç: Şeriat Devleti...
İçişleri Bakanıi Haldun Menteşoğlu'nun seçim çevresi olan
Karaböğürtlen, Köyceğiz ve Fethiye, Nurcular ile Süleymancıların
rahatlıkla yayıldikları bir bölge. Isparta, Elmalı, Konya,
Akseki'den gelerek gezgin esnaf kimliği ile bu yöreye yayılan
Nurcular ve Süleymancılar iki ayrı şeriatçı grup, ama hedefleri
aynı. Her ikişinin de birleştikleri nokta: ''Şeriat devleti.''
Muğla yöresinde Süleymancılar isi iyice azitmışlar. Kendilerine
karşı çıkanlara dayak atiyorlar, hatta ates
ediyorlar. Ancak kendileri yapmıyor bu isi. Kiralik katillere
bol para vererek, ulasmak istedikleri hedefi
engellemek isteyenleri susturmak istiyorlar... Atatürkcu Gulcami
Imamı Osman Orhun, savas acmis
Süleymancılara karşı... Yıllardır sürüyor bu savaş....
Çünkü Ören'in insanları yaşamlarını toprakta sürdürürler.
Ova verimlidir. Tütün, pamuk, buğday, sebze ve meyve tarımı
birlikte yürütülür. Tutucu bir bucak değildir ama kimi etkenler
nedeniyle yerel seçimleri AP kazanmıştır. AP'li Belediye Başkanı
İbrahim Akçora Nur kampının kurulduğu alanı kendisi
düzenlemiştir. Kampı yöneten Fethullah Gülen ve Turgutlulu tuğla
fabrikatoru Hacı Osman Aykut'la yakın ilişkişi vardır
Akçora'nin. Tuğla fabrikatoru Hacı Osman Aykut işçi haklarına
karşı çıkan, Çimse-İş'in Turgutlu'da kiremit fabrikalarında
sürdürduğu eylemi kiran, kiralik lumpenleri işçilerin üzerine
saldırtan kişidir. Evet, işçilere bir kuruşu bile çok gören Hacı
Aykut ''Ören Nur kampı'' için günde iki bin
lirayi elden çıkaracak kadar eli açık kişi(!). Kampların doksan
gün süreli olduğunu düşünürsek 180 bin lira harcıyor Hacı Aykut,
Türkiye Cumhuriyeti'nin temeline dinamit koymak, ozledigi
çağdışı medrese eğitimini gerçekleştirmek ve şeriat düzenini
kurmak için.
Yıl 1975... 1930 Şeyh Esat olayından bu yana tam 45 yıl
geçmiş... Biz bu satırları yazdığımızda Hacı Aykut'un evine
polis baskını yapılmış, kendisi Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne
getirilmiş ifade veriyordu. Çünkü evinde Said-i Nursi 'ye ait
elliyi aşkın yasak kitap ele geçirilmişti. Ören'i dolastik dun.
Kamp dağılmıştı. Köylüler, kamp yöneticilerinin çadırları bir
kamyona yükleyip kaçtıklarını söylediler bize. Hiçbir iz
bırakmadan dağıtılmıştı Ören Nur kampı. Herhalde iyi saatte
olsunlar gelmişlerdi ve çadırları yükleyip gitmişlerdi. Devlet
Güvenlik Mahkemesi'nin 6 Temmuz 1975 günü aldığı arama kararı
diğer kamp kurulu bölgelerde savcılarca uygulanırken, Kemalpaşa
Cumhuriyet Savcılığı arama işlemini bir gün sonraya bırakiyordu
nedense. İşte o iyi saatte olsunlar bu bir günlük süreden
yararlanmasini biliyorlardı. İlerici ve devrimci öğretmenlerin
kıyımcıbaşısı Milli Eğitim Bakani Ali Naili Erdem 'in ilçesi
İzmir Kemalpaşa'nın on kilometre otesinde çağdışı bir eğitim
yapılıyor, Türkiye Cumhuriyeti'nin temeline dinamit konulmak
için orada planlar hazırlanıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kıyımcıbaşı Milli Eğitim Bakanı,
yurtsever öğretmenlerle uğraştığından ötürü bu gerçeği bildiği
ve gördüğü halde Nurculara göz yumuyordu.
Evet, Ören Nur kampı basılmıyordu işte bu nedenle. Ama yirmi
kilometre ötede Yiğitler kampı basılıyor, Said-i Nursi'ye ait
yüzlerce yasak kitap ele geçiriliyordu. Bu arada on kişi Devlet
Güvenlik Mahkemesi'ne getiriliyor, bunlardan salt bir kişi
tutuklanıyordu. Bir gün sonra ise kampların tekrar açıldığı
haberi geliyordu bize.
TRT İzmir Haber Merkezi Nur kamplarına yapılan baskınları, ele
geçirilen yasak kitapları ve sanıkların DGM'ye verildiklerini
geçiyor. Ama nedense Ankara bu haberi bültene koymuyordu. İşin
ilginçliği MSP'li Adalet ve İçişleri Bakanıi'nın emriyle yeniden
açılan kamplarda çağdışı eğitime, körpe ve yoksul köy
çocuklarının kafalarına Atatürk ilkelerine karşı eylem girişimi
yeniden işlenmeye başlanıyordu... (12 Ağustos 1975
''Cumhuriyet'')
Yıl 1970, ocak ayının ortaları...
Genç adam, üzüntülüydü. Kesik kesik konuşmaya başladı:
''Ne kadar ilginç değil mi, Başbakan Süleyman Demirel 'in
İslamköyü'ne çok yakın uzaklıkta bulunan Kuleönü Köyü'ne yapılan
jandarma baskını sonunda ikinci gizli Nurculuk okulu ortaya
çıkıyor ve 15 kişi tutuklaniyordu...''
''Ilginç'' dedim gencin bu konuşması karşısinda...
O sustu...
''Ama bu konu üzerinde durmaya gelmedik Aslında. Nurcular ve
Süleymancılar, yörede birkaç kişiye saldırıda
bulunmuşlar...''
Bu kez yanıt verdi: ''Fethiye uygar bir ilçedir. Benim
çocukluğumda cenazeler bando ile kalkardı. Ama çirkin
politikacılar sırf oy kaygısıyla güzelim ilçemizi rezil ettiler.
Biz devrimciler, asla izin vermeyeceğiz bundan böyle... 1968
tütün piyasası buna örnektir. Gerekirse aynı şekilde davranırız
Nurculara, Süleymancılara.''
''Kısaca anlatır mısınınz bu olayı...''
''Bilinen bir şey bu. 1968 yılında tütün üreticisi köylüler ile
birleşerek çember sakallı Nurcuları zorla berberlere soktuk ve
tiraş ettirdik. Kimisi korkudan denize attı kendini. Sonra
Adapazarı'na ve İstanbul'a göç ettiler.''
Nurcular ve Süleymancılar
İçişleri Bakanıi Haldun Menteşoğlu' nun seçim çevresi olan
Karaböğürtlen, Köyceğiz ve Fethiye, Nurcular ile
Süleymancıların rahatlıkla yayıldıkları bir bölge. Isparta,
Elmalı, Konya, Akseki'den gelerek gezgin esnaf kimliği ile bu
yöreye yayılan Nurcular ve Süleymancılar iki ayrı şeriatçı grup,
ama hedefleri aynı. Her ikişinin de birleştikleri nokta:
''Şeriat devleti.''
Nurcular ve Süleymancılar salt bu yörede yayılmiyorlar. Denizli,
Manisa, Uşak, Balıkesir, Antalya ve Çanakkale'de sayıları her
geçen gün artıyor. Ancak yeni yerleştikleri Muğla çevresinde
ayrı bir özellikleri var. Kendilerine karşı çıkanlara tuzak
kuruyorlar, kurşun yağmuruna tutuyorlar... Fakat Atatürk
devrimlerinin savunucusu din adamları, öğretmenler ve köylüler
yılmıyorlar bundan. Nereden yakalarlarsa bırakmıyorlar
peşlerini. İşte bundan ötürü ilçede sayıları daha az.
Katillere adam vurduruyorlar
Muğla yöresinde Süleymancılar işi iyice azıtmışlar. Kendilerine
karşı çıkanlara dayak atıyorlar, hatta atesş ediyorlar. Ancak
kendileri yapmıyor bu işi. Kiralık katillere bol para vererek,
ulaşmak istedikleri hedefi engellemek isteyenleri susturmak
istiyorlar...
Fethiye'nin Gülcami Imamı Osman Orhun , Süleymancıların hışıina
uğrayanlardan biri. Atatürkçü genç imam, savaş açmış
Süleymancılara karşı... Yıllardır sürüyor bu savaş...
Imam Osman Orhun'a 20 Eylül 1970 günü haber salmış
Süleymancılar... ''Gavur hoca ayağını denk alsın, yoksa
defterini dürdüreceğiz'' gibi laflar etmişler. Gülüp geçmiş genç
imam bu sözlere. Hatta, ''Gelecekleri varsa görecekleri de
vardır'' diye cevap vermiş. ''Bunların kökü kazınana kadar
sürecek bu kavga... Atatürk devrimlerine uzanan sapık eller
kırılacaktır.''
''Nasıl oldu sizi öldürmek istemeleri?''
''Daha önceden haber saldılar. Ama umursamadım ben. 28 Eylul
1970 günü saat 20.30'da camiden çıkmış evime gidiyordum. Çevrede
kimseler yoktu. Silah sesleri ile birlikte kendimi attiı yere.
Kurşunlar yanımdan geçiyordu, olduğum yerde kaldım. Bir süre
sonra kalktım. Kiralık katil beni öldü zannederek patronlarına
haber vermeye gitmişti.''
''Pusu kurdular öyleyse?''
''Evet, pusu kurdular. Yolumu gözlediler. Camiden çıkışımı
izlediler.''
''Sonra polise başvurdunuz.''
''Beni öldürmek isteyen genci tespit ettim sonra. Geçen yıl
öldürülen bir eşkiyanın kardeşi idi. Kandırmışlar kendisini
herhalde.''
''Kabul etti mi sizin tespit ettiğiniz genç, öldürmek
istediğini?''
''Etmedi tabii.''
''Nasıl çalışıyorlar yörede Süleymancılar?''
''Örümcek ağı gibi sarıyorlar her yeri. İzinli izinsiz tüm Kuran
kurslarını ellerine geçirmişlerdir bugün Türkiye'de. İleride
büyük tehlike olacaklardır.''
''Muğla yöresi nasıl?''
''Fethiye'nin tum köylerindeki Kuran kursları onların elinde.
Fethiye merkezindeki dahil. Sapık fikirlerini körpe kafalara
sokmak istiyorlar. Bunun yanı sira saf vatandaşları
avlıyorlar.''
''Sonra karşı çıkanları yok etmek istiyorlar.''
''Elbet... İşte ben; arkadaşim Ramazan Özdemir buna örnektir.
Ramazan'ı dövdüler.''
''Bir konuyu öğrenmek istiyorum. Maddi olanakları nasıl
Süleymancıların?''
''Kurban Bayramı'nda deri topluyorlar. Topladıkları derileri
satıp kiralik katil tutuyorlar.''
Öğretmenlere baskı...
Bugün çoğu köyde doğru dürüst ilkokul yokken Kuran kursları
mevcuttur. Din maskesi altında Atatürk
devrimlerinin düşmanlığını rahatlıkla yapmaktadırlar. Köylülerin
dini duygularını sömüren sapık fikirli kişiler,
birtakım politikacılardan da yardım gormektedirler. Örneğin pek
çok Nurcu ve Süleymancı bugün politikanın
içindedir. Oy kaygısıyla her şey mubah sayılmaktadır.
Nurcular ve Süleymancıların köylerdeki en büyük engelleri,
öğretmenler. Bugün çoğu köyde doğru dürüst ilkokul yokken Kuran
kursları mevcuttur. Din maskesi altında Atatürk devrimlerinin
düşmanlığını rahatlıkla yapmaktadırlar. Köylülerin dini
duygularını sömüren sapık fikirli kişiler, birtakım
politikacılardan da yardım gormektedirler. Örneğin pek çok Nurcu
ve Süleymancı bugün politikanın içindedir. Oy kaygısıyla her şey
mubah sayılmaktadır. Nurcuların ve Süleymancıların ellerindeki
silah ise ''din düşmani'' sözcüğüdür. Muğla yöresinde
kendileriyle görüştügümüz pek çok öğretmen, hayatlarının
tehlikede olduğunu söyledi.
Adını açıklayamayacağımız bir öğretmen ise su ilginç olayı
anlattı: ''Bir gün ilkokul 2. sınıfta okuyan bir öğrencim, bana
Said-i Nursi' yi tanıyıp tanimadığımı sordu. Ben de kendisine
sana kim öğretti bu soruyu dedim? Çünkü 8 yaşındaki bir çocuğun
böyle bir soru sormasının altında bazı gerçekler vardı.
Soruşturdum ve öğrendim. Öğrencim yazın Nur okuluna devam
edermiş.''
Bir başka öğretmenin anısı da şöyle: ''Köyün gençlerinden birisi
bana, Hoca Eefendi biz bir gün şehre ineceğiz. İnişimiz cuma
günü olacak ve her yeri altüst edeceğiz, dedi. Biraz sıkıştırdım
genci. Meğer Süleymancılar kandırmış. Süleymancıların tek amacı
bir gün topluca eyleme geçmek.''
Müdür vuruluyor
8 Ocak 1971 Cuma...
Köyceğiz Lisesi Müdürü Nevzat Avcı , öğretmen eşiyle birlikte
çıktı evinden, okula geldi ve öğretmenler odasına girdi.
Öğretmen arkadaşlarıyla birlikte her zaman olduğu gibi bir süre
konuştu, isteklerini saptadı ve odasına girdi. Gazeteleri gözden
geçirdi, çayını içti...
1/C sınıfinda coğrafya dersi vardı. Zille birlikte odasından
çıktı, koridorda yürümeye başladı. Gürültü yapan sınıfları
kontrol etti... Bir anda gözü bahçede tek başına dolaşan bir
öğrenciye takıldı...
Tanımıştı bu öğrenciyi. Bu yıl gelmişti. Lise birinci sınıfta
iki yıllık öğrenciydi. Kendi halinde kimseyle konuşmayan bir
çocuktu. Geçen yıl Muğla Lisesi'nde okumuş, sınıfta kalmıştı.
''Celal gelsene buraya...'' diye bağırdı Müdür Nevzat Avcı.
Celal hiç umursamadı, duymazlıktan geldi. Müdür bu kez belki
duymamıştır düşüncesiyle bir kez daha çağırdı... Öğrenci cevap
verdi bunun üzerine:
''Ne var be...''
''Gel bakayım, buraya...''
Lise birinci sınıf öğrencisi Celal İrfan ağır adımlarla müdüre
doğru yaklaştı, sonra giriş kapısından koridora çıktı...
''Neyin var oğlum senin?''
''Sana ne.''
''Neden dersine girmedin?''
''Girmezsem ne olacak?''
''Zayıf dersin mı var?''
''Sana ne.''
Olayın bundan sonra gelişimini Müdür Nevzat Avcı'dan dinleyelim:
''Celal İrfan'a hiç cevap vermedim. Belki canı bir şeye sıkılmış
diye düşündüm. Fakat gücüme gitmişti, bana böyle davranması. 14
yıllık meslek hayatımda ilk kez böyle bir olayla
karşılaşıyordum...''
''Sizinle konuşurken dışarıdaki gibi sakin miydi?''
''Gayet sakindi, sadece gözleri donuktu, ama şüphelenmistim...''
''Sonra?''
''Odama gittim. Masama oturup düşünmeye başladım. Acaba ailevi
durumu bozuk bir öğrenci mi diye. Sonra not defterimi çıkarıp
karıştirmaya başladım. Bir anda kapı açıldı ve Celal İrfan içeri
girdi. Elinde tabanca vardı. Sadece silah sesini duydum. O
elinde silah, gözlerimin içine bakiyordu. Kendimi sıktım ama
ayaklarım kesilmiş, vücudumu sıcaklık kaplamıştı. Kendimi
koltuğa bıraktım. Gözlerimle 'Yapma Celal' diyordum. Gözlerimi
açtığım zaman Muğla Devlet Hastanesi'ndeydim. Kurşun boynuma
isabet etmiş, omuz kemiğimi parçalamıştı...''
Celal İrfan, müdürü öldürdüğünü sanarak tekrar koridora
çıkmıştı. Bu sırada öğretmen Nurtan Atılmış olaydan habersiz
olarak müdürün odasına girmiş. Müdür koltuğunda oturduğu için
hiçbir şeyi fark edememiş, sonra dışarı çıkmiş. Bahçede Celal
İrfan'i görmüş.
Öğretmen Nurtan Atılmış'i dinleyelim şimdi de:
''Elinde silah vardı Celal'in. Tetiğe dokundu. Fakat ateş
almadı. Bir daha çekti tetiği, yine ateş almadı. Ben bu zaman
içinde çeşmenin arkasına attım kendimi. Bir öğretmen arkadaş
tabancanın ateşlemediğini görünce üzerine atılıyor Celal'in.
Böylece yakalıyor öğrenciyi.''
''Nasıl tanıyordunuz Celal'i?''
''Uslu öğrencilerden biriydi Celal, kendi halindeydi. Okulda
dört sakin öğrenci gösterin deseniz, birisi Celal'dir derim...''
''Celal İrfan'ın Nurcu olduğu söyleniyor. Sizin bilginiz var mı
bundan? Örneğin din dersi öğretmeni Necati Sunguroğlu' na Said-i
Nursi'ye ait bazı şeyler sormuş...''
Diğer öğretmenler Ömer Bilici ve İzzet Akgül de katıldılar
konuşmamiza. Hepsi Celal'in birkaç gün önce din dersi
öğretmenine Said-i Nursi'nin kitapları konusunda soru sorduğunu,
Necati Sunguroğlu'nun da ''Bırak şu sapık adamı'' dediğini
doğruladı.
Olay, Köyceğiz'de nefretle karşılanmış, Köyceğizliler bu konuda
şu bilgiyi verdiler bize:
''Celal İrfan'in ailesi Nurcudur. Celal olay gecesi sabaha kadar
Said-i Nursi'nin kitaplarını okumuş ve sabahleyin namaz kılıp
okula gitmiş... Kendisinin sapik fikirlere kapıldığını
biliyorduk...''
Celal İrfan'in sınıf arkadaşları da Celal'in Nurcular tarafından
kandırıldığını söylediler. Aynı sınıftan bir öğrenci ise ''Celal
bazı günler kendi kendine konuşurdu. Bir defa bana Nurcu
olduğunu uzun uzun anlattı'' dedi...
Olaydan sonra tevkif edilen 17 yaşındaki Celal İrfan şu anda
Muğla Devlet Hastanesi'nde. Köyceğiz Cezaevi'nde intihara
kalkıştığı için kaldırıldı Celal hastaneye... Keskiyle bogazini
kesti ve olumun esiginden dondu. Niçin intihara kalkıştığını
kimse bilmiyor. Ancak cezaevindeki tutuklular bunu şöyle
anlatmışlar:
''Olay gecesi ve daha önceki geceler yatağından sıçrıyordu
Celal. Her defasında ' Kızlar geliyor... Kızlar geliyor...
Çekilin öldürecekler kızlar beni. Çıplak geliyor' diye bağırıp
ağlıyordu. Olay gecesi aynı şeyleri sayıkladı ve intihara
kalkıştı...''
Celal İrfan'in koma halinde kaldırıldığı hastanede boğazı
dikildi. İkinci bir intihara kalkıştığı takdirde kurtulması
olanaksız. Hastanede her gece aynı şekilde sayıklıyor...
Celal İrfan'in yaraladığı Lise Müdürü Nevzat Avcı, halen İzmir
Devlet Hastanesi'nde tedavi altında. Celal İrfan'ın intihara
kalkıştığını kendisine anlattığım zaman çok üzüldü. Bu gencin
topluma kazandırılmasını istedi.
''Celal'in babası çiftçiymiş...'' dedim.
''Çok fakir bir aile, biliyorum.''
''Celal'le daha önce aranızda bir şey geçti mi?''
''En ufaçık bir olay geçmedi...''
Köyceğiz'de de sorduk soruşturduk, aynı şeyi duyduk. Lise müdürü
ile öğrenci arasında hiçbir olay geçmemiş.
O zaman niye yaptı bu işi Celal...
Sadece bir gece önce Nur risaleleri okuyup namaz kılmış... Kendi
kendisine konuşur, kızlardan kaçan bir tipmiş...
Niçin öldürmek istedi öyleyse lise müdürünü Celal?
Henuz aydınlığa kavuşmadı... İleride bu isteği gizli elleri
ortaya çıkaracaktır Türk hakimleri...
Bize kalırsa asıl suçlular ortada dolaşıyor deriz. Türkiye
Cumhuriyeti'nin İçişleri Bakanı'nın ülkesidir Köyceğiz...
Karaböğürtlen, Dalaman ve Fethiye seçim yöresidir...
Karaböğürtlen'de kum gibi kaynamaktadır Nurcular...
Süleymancılar, Muğla yöresinde ölüm saçmaktadırlar. Daha
geçenlerde Köyceğiz'in Dövüşbelen köyünde gençlerle Nurcular
silahlı çatışma yapmışlar, sonunda köyün gençleri kovalamışlar
Nurcuları...
İçişleri Bakanıı Sayin Haldun Menteşoğlu , seçim bölgenizden
şöyle sesleniyor hemşerileriniz:
''Biz, polisin sadece Üniversite yurtlarını basmasını okuyoruz
gazetelerden. Bugün polisin yapamadığını halk yapıyor Muğla
yöresinde. Biz Atatürk devrimlerinin bekçisi olarak sonuna dek
sürdüreceğiz kavgayı. Ama polisin de bize yardımcı olmasınin
zorunluluğuna inanıyoruz. Size son bir defa durumu iletiyoruz.''
Tarikat liselerinde beyinler yıkanıyor
Türkiye'deki en yaygın ve etkili tarikatlardan biri olan
Fethullahçılar, ilkokulu bitirenler arasından seçtikleri
gençleri kendi ''özel'' liselerinde eğiterek Üniversiteye
hazırlıyorlar. ''Fethullahçılar''ın denetlediği liseler,
Üniversite giriş sınavlarında genellikle ''tulum çıkaran
okullar'' olarak dikkati çekiyorlar. Derlenen bilgilere göre,
geleceğin Fethullahçı kadrolarını yetiştirmek amacıyla ilkokul
sonrası alıp Üniversiteye kadar eğittikleri çocukları Bursa'da
''Özel Nilüfer Lisesi'', İstanbul'da ''Fatih Erkek Lisesi'',
Ankara'da ''Özel Samanyolu Lisesi'', İzmir'de ''Özel Yamanlar
Lisesi'' ve Van'da ''Özel Serhat Lisesi''nde yetiştiriyorlar.
Yıl: 1993... Ay: Ağustos.. Cumhuriyet'ten Gündüz İmsir, Ahmet
Şık ve Levent Gencelli, ''Fethullah Okulları'' nı
gündeme getirdi... Acaba diğer gazeteler ne yapıyorlardı?
Sustular...
İşte 6 yıl önce olup bitenler...
Fethullahçılar ilkokul mezunları arasından seçtikleri
öğrencileri, kendi denetimlerindeki Nilüfer, Fatih Erkek,
Samanyolu, Yamanlar ve Serhat adlı özel liselerde eğiterek
Üniversiteye hazırlıyor.
Tarikat liseleri
Türkiye'deki en yaygın ve etkili tarikatlardan biri olan
Fethullahçılar, ilkokulu bitirenler arasından seçtikleri
gençleri kendi ''özel'' liselerinde eğiterek Üniversiteye
hazırlıyorlar. ''Fethullahçılar'' ın denetlediği liseler,
Üniversite giriş sınavlarında genellikle ''tulum çıkaran
okullar'' olarak dikkati çekiyorlar.
Derlenen bilgilere göre, geleceğin Fethullahçı kadrolarını
yetiştirmek amacıyla ilkokul sonrasi alip Üniversiteye kadar
eğittikleri çocukları Bursa'da ''Özel Nilüfer Lisesi'' ,
İstanbul'da ''Fatih Erkek Lisesi'' , Ankara'da ''Özel Samanyolu
Lisesi'' , İzmir'de ''Özel Yamanlar Lisesi'' ve Van'da ''Özel
Serhat Lisesi'' nde yetiştiriyorlar. Eğitim kurumlarını
kullanarak geleceğin devlet yöneticilerini kendi yandaşları
kanalıyla ele geçirmeye yönelen bu çok yönlü ve uzun erimli
''strateji'' nin destekçilerinden birinin kurucuları arasında
''ünlü'' gazeteci Fehmi Koru 'nun da bulunduğu Ensar Vakfı
olduğu söyleniyor.
Bir tur ''özel imam-hatip lisesi'' niteliğini taşıdığı ileri
sürülen bu eğitim kurumlarında öğrenciler, normal ortaokul ve
lise derslerinin yanı sıra yoğun bir din eğitimi de görüyorlar.
Bu okullardaki çocukların gerek yatacakları öğrenci yurtları,
gerekse yaz tatilleri, aynı şeriatçı güçler tarafından
örgütleniyor.
Öğrenciler, genellikle bu okullara ait pansiyonlarda ya da aynı
tarikata bağlı kişilere ait öğrenci yurtlarında kaliyorlar. Yaz
tatillerinde de bu öğrencilerin biraz ''tatil'' , daha çok da
''dinsel eğitim'' yaptıkları yaz kampları kuruluyor.
Cumhuriyet muhabirleri, bu Okulların en ünlülerinden biri olan
Bursa ''Özel Nilüfer Lisesi'' ile ilgili ilginç bilgiler
derlediler ve Avşa Adası'nda açılan aynı ''lise'' ye ait yaz
kampına girdiler.
Özel Nilüfer Lisesi, Bursa'da ''Fethullahçı'' görüşü
benimseyenlerin denetim ve yönetiminde olmasıyla tanınıyor.
Adeta ''özel imam-hatip lisesi'' konumunda olduğu belirtilen
Özel Nilüfer Lisesi, aşırı dinci ailelerin çocuklarını
gönderdikleri, pansiyonu da bulunan bir okul. Okula sadece erkek
öğrenci kabul ediliyor. Okulda bayan öğretmen ve bayan görevli
çalıştırılmıyor. Okulun öğrencileri OSS ve OYS'de ''tulum''
çıkarmakla tanınıyorlar. Nitekim lise, 1991-92 öğretim yılında
başarı sıralamasında OSYM kayıtlarına göre Bursa birincisi.
Okulun yönetim birimlerinin bulunduğu katlara, görevliler ve
konuklar ayakkabılarını kapıda çıkararak girebiliyorlar. Okul
yönetimi, sadece kendi doğrultularındaki eylemleri ya da
etkinlikleri görüntülemek isteyen gazetecileri okula aliyor.
Okul yönetiminin bir başka özelliği de her yıl ramazan ayında
Bursa bürokrasisine iftar yemeğı vermesi. Bu iftarlara ANAP
döneminin Bursa valilerinden Erol Çakır ile dönemin Emniyet
Müdürü Yahya Soy 'un da katıldıkları biliniyor.
Okul yönetimi, kendi görüşu dışındaki tüm ilgili ve yetkili
kişiler için kapalı kutu.
Lise, ilk olarak Bursa-İstanbul yolu üzerinde bulunan Özel Baran
Lisesi'nin bir bölümünü kiralayarak öğretime başladı. Daha sonra
Nilüfer Belediyesi sınırları içinde yer alan Beşevler semtine
taşındı. 1988'den bu yana öğretime burada devam ediyor.
Üniversiteye hazırlık
Mezun olan öğrencilerin tamamı, aynı nitelikteki özel
dershaneler tarafından ''özel statülü öğrenci'' kaydıyla
Üniversitelere hazırlanıyorlar.
Bu öğrencilerin gittikleri dershane de Bursa'da pek ünlü:
''Yeşilirmak Dershaneleri'' ile Özel Nilüfer Lisesi arasında çok
özel bir bağ var. Bu bağ, ''Fethullahçı'' lık ortak paydasından
ayrı olarak ''Silm Özel Eğitim Tesisleri AS'' de ortaya çıkıyor.
Özel Nilüfer Lisesi'nin sahibi konumunda bulunan bu şirketin
yönetim kurulunda yer alan M. Ali Yayıkçı , aynı zamanda
''Yeşilirmak Dershaneleri'' nin de sahibi. Silm Özel Eğitim
hizmetleri AS, Bursa'da birbirleriyle iç içe görünen bu
kuruluşların ana şirketi görünümünde.
Özel Nilüfer Lisesi'ni yakından tanıyan bir eğitimcinin şu
sözleri hayli anlamlı: ''Liseyi bitiren ve dershanede Üniversite
sınavına hazırlananların tercihi, üç aşağı beş yukari aynı.
Hemen hepsinin tercihleri siyasal, hukuk ve sosyal bilimler
dallarında yoğunlaşıyor. Maddi durumu elvermeyen başarılı
öğrenciler, dini vakıfların katkılarıyla okutuluyor. Okulun
ortaokul ve lise bölümlerine talep olağanüstü. İlkokul son sınıf
öğrencileri, bu görüşteki kişiler tarafından özel olarak
taranıyor, başarılı bulunanlar velilerinden izin alınarak Özel
Nilüfer Lisesi'ne kaydediliyor.''
Yeşilırmak Dershaneleri'nin Bursa'da bir özel pansiyonu da
bulunuyor. Yeşilırmak Dershaneleri Ortaöğretim Erkek Öğrenci
Pansiyonu, Maksem Caddesi 46 numarada bulunuyor. Dershaneye
devam eden, Bursa dışından gelen öğrenciler bu yurtta
yatirılıyor. Bu yurdun sorumlusu da yine Mehmet Ali Yayıkçı.
Türkiye'nin çeşitli illerinden gelen ve ''Fethullahçı'' görüşe
sahip öğrenci ve eğiticilerin barındırıldığı kamp, Avşa
Adası'nin en sessiz ve sakin koyunda kurulu.
Kampın bulunduğu koya hiç kimse sokulmuyor. Gün boyu dini eğitim
ve karate dersleri verilen kampta düzen, eğitimcilerin
hoparlorlerden yayımladıkları komutlarla sağlanıyor. Onbeşer gün
süren dönemlerde, 200'u aşkın öğrenci kampta eğitim görüyor.
Öğrenciler, odalardan çıkarılan somyaların yerine konan
döşeklerin üzerinde yatıyorlar.
Kamp hakkında Erdek Cumhuriyet Başsavcılığı'na da suç
duyurusunda bulunulduğu öğrenildi. Bunun üzerine harekete geçen
Marmara ve Avşa Adası'ndan sorumlu jandarma, ''Beyaz Saray''
adlı kampa ani bir baskın düzenledi.
Söz konusu kampla ilgili olarak yaklaşık 1 aydan beri yoğun
ihbarlar aldıklarını belirten Marmara Adası Kaymakam Vekili
Ahmet Özen, ''Yapılan ihbarlarda çeşitli ortak özellikler
mevcuttu. Kamp sıkı bir aramadan geçirildi. Ancak herhangi bir
suç unsuruna rastlanilmadı. Araştırmalarımiz sürüyor'' dedi.
Balıkesir Valiliği'nden temmuz-ağustos ayları için ''Bursa Özel
Nilüfer Lisesi Öğrenci Yaz Kampı'' adı altında izin alınan,
''kuş uçmaz, kervan geçmez'' bir yerde kurulan kampta
öğrenciler, hiçbir şekilde adaya inemiyor. Ancak içlerinden
belirli kişiler, her gün ekmek ve gazete almak için ada
merkezine uğrayabiliyor.
Kampta, Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen öğrenciler var.
Erdek'ten Avşa'ya günlük turlar düzenleyen Gazep Kaptan, Yıldız
1 ve Yılmaz Kaptan motorlarıyla kamp merkezine getirilmişler.
Her grup, başlarında kendi hocalarıyla geliyor. Hatta her grubun
aşçısı bile farklı. Sürekli gida maddeleri depoluyorlar. Gezi
motorları, yiyecekleri getirdiği zaman öğrenciler sahilde
sıralanıp elden ele vererek motele taşiyorlar. Öğrenciler, beşer
kişilik odalarda kalıyor.
Akşam yemeğınden sonra öğrenciler bir salonda toplanıyor ve
teypten vaazlar dinliyor, Kuran okuyorlar. Cuma namazlarını
içlerinde görevli birisi kıldırıyor. Kampta görevli, yaşları 25
ile 40 arasında değişen kişiler tarafından motelin bulunduğu
kisma kimse sokulmuyor. Kumsalın adeta parsellendiğini belirten
görgü tanıkları, ''Kumsaldan geçmek isteyenlere 'Kimsin, nereye
gidiyorsun?' ieklinde sorular soruyorlar. Sonra da 'Burası dini
bir kampa ait, geçmek yasak' diyerek geri çeviriyorlar''
çeklinde konuşuyorlar.
Ensar Vakfı
Kamptaki bazı öğrencilerin de ''Ensar Vakfı Haber Bulteni''
adında bir dergiyi adada bulunan bazı cami imamlarına dağıttığı
öğrenildi. Ayrıca kamp müdürü olduğu öğrenilen Adem Demiralay ve
Mustafa Sabuncu adlı kişiler tarafından dikkat çekmemek için
imamlara adadan bazı çocukları ücretsiz kamplarına
getirebilecekleri de söylenmiş.
Kampa öğrenci alımının Bursa'da ''Fethullahçı'' görüş yanlısı
Özel Nilüfer Lisesi yöneticilerinin organizasyonuyla yapıldığı
anlaşılıyor. Söz konusu irticai eğitim kampının, İstanbul'da
kurulu, yönetim kurulu başkanlığını Tanju Zabun 'un yaptığı
''Zabun Turizm'' den beş yıllığına kiralandığı ve Balıkesir
Valiligi'nden iki aylığına izin alindigi öğrenildi.
Tarikat pansiyonları...
Kuşadası, Manisa, Fethiye yörelerindeki ''tarikat kampları'' nı
Cumhuriyet muhabirleri ortaya çıkarınca, yobazlar birden ayağa
kalktılar. Cumhuriyet'e, ''Cumhuriyetle yaşıt 70 yıllık gazete''
suçlamasıyla gerçek yüzlerini saklamaya, örtmeye çalıştılar.
Bu kişiler köşelerinde, özel TV kanallarında sık sık neler
söylüyorlardı?
Şöyle: ''Şeriat düzenine dayalı İslam devleti...''
'Çokseslilik' maskesi takıyorlar
1983 yılından sonra ''tarikat pansiyonları''nın sayısı hızla
arttı. Trabzon'dan Erzurum'a, Gaziantep'ten Denizli'ye,
Afyon'dan Bursa'ya ve Balıkesir'e dek bir ''tarikat ağı''
kuruldu. Bunlar daha sonra ''vakıf kimliğine'' bürünüp ANAP
iktidarınca da parasal olarak desteklendi.
Bu kişilerin uzaktan yakından ''demokrasi'' ile ilişkileri
yoktu. Zaten bunu da açık seçik her yerde söylüyorlardı. Kurulu
düzeni yıkıp yerine ''ümmetçi bir toplum'' yaratmak
istiyorlardı. Gazetelerin kimi dönek Marksist köşe yazarları da
bu kişilere ''çanak tutuyor'' ; demokrasi, düşünce özgürlüğü ve
çokseslilik adı altında onları sarıp sarmalıyorlardı.
Türkiye'de izinsiz olarak eğitim yapan ''yatılı Kuran kursları''
, 12 Eylul 1980 sonrası ''Kurs ve Okul Talebelerine Yardım
Derneği Pansiyonu'' adı altında çalışmaya başladı. Yaşları 7-15
arasındaki çocuklar, tarikat yöneticilerince örgütlu bir biçimde
yurdun dört köşesinden toplanip pansiyonlara yerleştiriliyordu.
Burada tek amaç vardı, o da şuydu:
''Yoksul ailelerin çocukları toplanacak ve onlar eğitilecek...''
Tarikatların öğrenci yurtlarında yatan bu öğrenciler (kız ve
erkek öğrencilerin pansiyonları ayrı ayrıydı) Gündüzleri okula
gidiyor, akşamları ise pansiyonlarda tarikat eğitimi
görüyorrlardı.
1983 yılından sonra ''tarikat pansiyonları'' nın sayısı hızla
arttı. Trabzon'dan Erzurum'a, Gaziantep'ten Denizli'ye,
Afyon'dan Bursa'ya ve Balıkesir'e dek bir ''tarikat ağı''
kuruldu. Bunlar daha sonra ''vakıf kimliğine'' bürünüp ANAP
iktidarınca da parasal olarak desteklendi.
Unutmadan hemen ekleyelim: 12 Eylül'ün cuntacı ve üstelik
'katıksız Atatürk (!) paşaları'' , tarikatların malvarlığına,
yurtlarına el koymadı; onları korudu, kolladı. Çünkü
tarikatçıların önde gelenleri, o dönemde cuntacı, Atatürkçü (!)
paşaların peşinde ibrikle dolaşıyor, ülkenin bölünmez bütünluğü
için çalışıyorlardı...
Evet iktidarda ANAP vardı ve tarikatlar bu partinin kuyruğuna
takılmışlardı artık. Başta İçişleri olmak üzere tum
bakanlıklarda örgütleniyor, kurdukları dershanelerle askeri
liselere sızıyorlardı.
Örnek mi?..
Belki kimi okurlarımiz anımsar Akyazılı Vakfı'nı. Bu vakıf,
yurdun dört bir yönünden -özellikle kırsal kesimden- yoksul aile
çocuklarını toplayıp getiren bir tarikat kuruluşudur. Bugün
Türkiye'nin pek çok yerleşim biriminde Akyazılı Dershaneleri ve
Okulları ''örümcek ağı'' gibi yaygındır.
1987 yılında İzmir DGM'de ilginç bir dava başladı. Dinlenen
tanıkların 23'u Maltepe Askeri Lisesi'nde öğrenciydi.
Işte sanıklardan Mustafa Gönülal 'ın o tarihte DGM tutanaklarına
geçen ifadesi:
''Akyazılı Dershanesi'nde 20 gün kadar kaldım. Bilahare kursu
ikmal ettikten sonra Maltepe Askeri Lisesi'ne girebilmem için
sağlık kurulundan geçerek rapor almam gerekiyordu. Önce özel bir
klinikte muayene oldum. Belkemiğimde bir ariza olduğu için
askeri liseye giremeyecektim. Ali Zeybek bizim din dersi
öğretmenimizdi. Benim yerime bir başkasını muayeneye soktu.
Benim belgelerim üzerindeki fotografları, tanımadığım o kişinin
fotograflarıyla değiştirdi. Tanımadığım kişi sağam çıktıği için
de ben Maltepe Askeri Lisesi'ne kaydoldum.''
1971 doğumlu Taner Dündar:
''Rapor almak için Ankara'dan İzmir'e geldik. Hatay'da ilahiyat
fakultesinin üst taraflarında bir eve yerleştik. Burada bir ay
kaldık. Bu arada başka evlere gidip geliyorduk. Belimden
rahatsız olduğum için benim yerime Necdet Durmak adlı kişi
askeri hastanede muayene oldu. Bu kolaylığı İbrahim Belge yaptı.
Ayrıca İbrahim Belge, evde bulunduğu sırada Said-i Nursi 'nin
Risale-i Nur adlı kitabıni okuyarak bize açıklamalarda
bulunuyordu. Sızıntı dergisi ve bazı kitapları okuyordu. Bu
düzenin iyi olmadığını, Fethullah Hoca'nin sayesinde ileride bu
düzenin değişerek yerine şeriat düzeninin geleceğini söylüyordu.
Bu arada yanımda Murat Bulut, Necdet Durmaz, Murat Altın ve
Polat Çiçek bulunuyordu.''
Türk Silahli Kuvvetleri bünyesindeki askeri okullara ''tarikat
pansiyonlarında'' yetiştirilip sızdırılan 92 öğrencinin kaydı,
yine 1987 yılında hazıran ayında silindi...
Bizim tüm bu anlattıklarımız, ''çokseslilik'' maskesiyle
ortalıkta dolaşanlara, kanlı Sivas olaylarını yaratanlara
sanırım ışık tutuyordu. O nedenle de Cumhuriyet gazetesine karşı
aynı çevrelerden saldırı geliyordu. Yobaz çevrelerin tek
amaçları vardı. Artık bunu her yerde açık seçik söylüyorlardı:
''Atatürk cumhuriyetini yıkmak ve yerine şeriat düzenini
getirmek...''
Susacak mıydık?.. (24.7.1993).
Laiklik düşmanları...
Adı ve adresi bizde saklı olan bir genç okurumuz, gönderdiği
mektupta, ''kara irtica'' nın nasıl boy attığını anlatıyor uzun
uzun. Okurumuz şöyle sesleniyor: ''27 yaşında, Ankara
Üniversitesi Ziraat Fakultesi'nden mezun bir ziraat
muhendisiyim. Şimdiye kadarki gözlemlerim sonuçu, ülkemizin
bütünüyle Sivas'taki iğrenç olaylara gebe olduğunu düşünüyorum.
Koltuk sevdalısı politikacıların, servet düşkünü züppelerin,
emperyalist güçlerin emellerine uşaklık eden yavşakların
katkısıyla, benliğini yitirmiş bir nesil yetiştirilmiştir...''
Okurumuz ''Onun için'' deyip ekliyor:
''Saygi duyduğum değerlere hakaret eden vatan hainlerini şikayet
edeceğim bir devlet memuru olmadığını düşünüyorum. Atatürk'e
sövme modasının yaşandığı, insani değerlerin ortaçağa
döndürülmek istendiği bir zamanda, bizim gibi düşünen gençlere
sizlerin sahip çıkacağınıza inanıyoruz...''
Genç okurumuz, 1993 Türkiyesi'nde yaşanan çağdışı olaylara
değiniyor. Kişinin yaşama hakkının elinden alındığını; Sivas,
Başbağlar, Bahçesaray örneğiyle veriyor. Ardından da seksenli
yıllarda yaşadığı olayları anlatıyor...
Şöyle diyor okurumuz: ''Seksenli yıllarda öğrenimini tamamlamış
bir vatandaş olarak, nasıl bir öğrenim ve eğitime tabi
tutulduğumuzu, sizlere anlatmak istedim. Uşak'in Esme Lisesi son
sınıfindayken Süleyman Tirtil ismindeki biyoloji öğretmenimizin,
Atatürk'e dil uzatmaya başladığıni duyduk. Bu şahıs, bizleri
Üniversite sınavlarına hazırlık amacıyla İzmir'de Akyazılı
isminde bir dershaneye kayit ettirdi. Arkadaşlarımin çoğunluğu
bunlara ait yurtlarda kaldı (yıl 1984). Bir aylık kurs bitiminde
otuz arkadaşimizin, laiklik düşmani, şeriat tutkunu bir tavır
aldıklarını gördüm. Bunlardan altı arkadaş, imam-hatipten
lisemize gelmişti: Özellikle bu arkadaşlarımızdan üçü, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakultesi'ne, diğer üçü de Siyasal Bilimler
Fakultesi'ne kayıt oldular. Ben ise Erzurum Atatürk Üniversitesi
Ziraat Fakultesi'ne yerleştim. Daha ilk kayda gittiğim gün,
Üniversitenin kapısında beni bazı kişiler karşıladı. Ev
kiraladıklarını ve yanlarına arkadaş aradıklarını söylediler.
Okula başladığımda, beni evlerine götürdüler (Bu tip dini eğitim
veren ve Türkiye düşmanı gençler yetiştiren 50 adet ev vardı).
Eve uyum sağlayamadığım gerekçesiyle, beni Erzurum'da Selçuk
adında bir yurda yerleştirdiler. Bir aya yakın bir süre
içlerinde kaldım. Fikirlerim uyuşmadığı için Kredi Yurtlar
Kurumu'nda yurt çıkar çıkmaz yanlarından ayrıldım. Peşimi bir
yıl boyunca bırakmadılar. Bu evlerde ve yurtlarda,
ilkokullusundan Üniversitelisine kadar insanlar kalıyordu. Günde
yedi saat Said-i Nursi diye bir yobazın fikirlerini ders olarak
öğretiyorlardı. Bu evlerde kalanlardan Üniversiteye gidenler,
Okullarına hiç gitmiyorlardı. Sınavlardan sınavlara fakulteye
uğruyorlar, diğer zamanlarda bazı kişileri kazanmak için
faaliyetlerde bulunuyorlardı. Yakacak, yağ, şeker, peynir ve et
gibi yiyecekler, toplu olarak Ankara'dan bazı bakanlıklardan
geliyordu. Devlet yurduna çıktığımda, gördüm ki buralarda da
aynı tip düşünceye sahip insanlar hakimdi. Bir Cumhuriyet, bir
Milliyet gazetesini gizli okuyabiliyorduk. Üniversitenin
yemekhanesinden başka, açık hiçbir yer yoktu. Kantinlerimizin
açılması için rektörlüğe ve valilige müracaat ettiysek de
açtıramadık. Ramazanın beşinci günü, yemekhaneyi yaklaşık 200
kadar kişi bastı ve yemek yiyen arkadaşlarımızı dövmeye
başladılar. Polisler geldi, olay önlendi, fakat karakola
götürülen arkadaşların hepsi yemek yiyenlerdendi. 'Türkiye
laiktir' diyen devlet adamlarına müracaatlarımız sonuçsuz kaldı.
Gece sahura kalkmayan arkadaşlarımızla birlikte her tür baskıya
maruz kaldık. Ayrıca şunu da söyleyeyim ki, fakültemdeki
özellikle araştırma görevlisi ve doktorlar, aynı fikirde
insanlar olduğu için, sınav soruları üç gün önceden müritlere
dağıtılıyordu.''
Okurumuz daha sonra, Atatürk Üniversitesi'nden Ankara Ziraat
Fakultesi'ne yatay geçiş yapıyor ve 1989 yılında birincilikle
mezun oluyor.
Ondan sonra?
Askerliğini yapıyor. Üniversitede araştırma görevlisi olarak
kalmak istiyor. Ama çok zor. Çünkü köktendinciler, ona ''geçit''
vermiyor. Sonunda bir kooperatife giriyor. Şimdilerde Ege'de bir
ilçede görev yapıyor. Salihli'deki Bozdağ Öğrenci Yurdu'nda,
Körfez Dershanesi'nde neler olup bittiğini anlatıyor uzun uzun.
Kale İmam Hatip Öğrenci Yurdu'ndaki ''şeriat tutkunları'' nın
çalışmalarını yansıtıyor. Türkiye, ''irticanın karanlığına''
doğru, hızla sürüklenmek isteniyor...
Neredesiniz Atatürk devrimlerinin savunucuları; söyler misiniz,
neredesiniz?
Bu yılgınlığınız, bu sessizliğiniz, bu korkaklığınız, bu
umursamazlığınız neden? Söyler misiniz?
Birinci bölümün sonu.
İkinci Bölüm
'Sanki oyun oynuyorlar'
Nurculuk konusunda ''yuzeysel bilgilerle'' yapılacak bir
değerlendirme; Nurcuların ve onların zamanın içinde gelişen
türevlerinin kendi ilkelerinden uzaklaştıklarını gösteriyor.
Modern görünümleri altına gizledikleri din devleti amacına
ulaşmak için her yolu meşru sayacak öl.üde siyasallaşıyorlardı.
Oysa Nurculuğun amacı ''imanı kurtarmak, kalplere ilahi imanı
yerleştirmek ve katiyen siyasetle uğraşmamaktan ibaret''
sayılmıştı. İslamiyetle siyaset arasına böyle bir sınır koyan
Said Nursi, özel konuşmalarında tedbiri elden bırakmıyor
''siyasetin İslamiyete ait olabileceğini'' söylemekten kendini
alamıyordu.
Fethullah Gülen kim? Bir emekli vaiz... Okullar, yurtlar,
hastaneler, şirketler... Yıllardır Gülen'in maskesini
indiriyorduk!.. Ama kimseden 'tik' çıkmıyordu... Erbil Tusalp ,
9 Temmuz 1994 yılında Cumhuriyet'te ''Din, Ticaret ve Siyaset''
başlıklı yazı dizisinde 'Işık Evleri' ni anlatıyor, ben ise
''Fethullahçıları'' her gün köşeme taşıyordum...
Peki tüm bunlar yazılıp çizilirken siyasal ve devlet erki ne
yapıyordu? Medya neden susuyor, hiç umursamıyordu?
Sadece seyrediyordu...
Sahte sağlık raporlarıyla askeri liselere nasıl öğrenci
sokuluyordu, Akyazılı Vakfı hangi amaçla kurulmuştu?
Ne demistik?
Medya susuyordu!
Herkes Fethullahçı kesilmisti...
Ankara Gazi Ciftligi'nde bir ev, KeciÖren'de Meltem Apartmani,
Aydınlıkevler'de bir kurs, Siteler Ulubey'de bir başka ev,
Cebeci'de Nur Apartmani'nda, İstanbul Cengelkoy, Kadıkoy,
Cukurbostan, Topkapi, GüngÖren, Bakirkoy, Bayrampasa ve
Beyazıt'taki evler ve kurslarda; Kayseri, Manisa, Aydin, Samsun,
Eskisehir'de evler, yurtlar ve dershanelerde, ''İslami yasamak
isteyen'' insanlar üretiliyordu.
''Parasız özel kurslarda, derslerde ayrı olarak öğrencilere dini
eğitim verildiği, namaz kıldırııldığı, zaman zaman Nur
Risaleleri'nin okunup açıklandıgi ve şeriati ovucu sözler
söylendiği, askeri lise sınavlarına girecek öğrencilerden
bazılarının imtihan yerlerine bizzat kurs görevlileri tarafından
götürüldükleri, kendilerine imtihan süresince yatacak yer ve
yiyecek saglandıgi; kazanan öğrencilerin sağlık muayenelerinde
çürük çıkarak askeri liseye kayıt haklarını kaybetmemeleri için
her yolu denedikleri, hatta muayene kağıtlarındaki fotografları
değiştirerek ve sahtekarlik yaparak, sakat öğrencilerin yerine
saglam öğrencileri muayeneye
sokup saglam raporu aldıkları; İzmir Maltepe Askeri Lisesi'nde
öğrenimlerine baslamalarından sonra bu öğrencilerle temaslarını
sürdürdükleri; hafta sonlarında bunları arkadaşlarıyla 4-5
kişilik gruplar halinde, belli yerlerden özel arabalarla alip,
İzmir'de Hatay, Balçova, Buca, Bozkaya ve Yeşilyurt gibi
semtlerde bulunan cemiyet mensubu kişilere ait evlere ve
Basmane'deki... adlı bir ticarethanenin ust katindaki odaya
götürüp onlara yemek yedirdikleri, video ve bilgisayar
oyunlarıyla hoşça vakit geçirmelerini sağladıkları, daha sonra
da dini konularda filmler izlettirildiği saptanıyordu.
Örgütçülük oynuyorlardı
Sanık olarak yargic karşısina çıkarılan 14 ''şeriat kurbanının''
savunmalarında söyledikleriyse, çok daha korkunçtu. Oyun çağında
yatılı öğrenci olmanın verdiği sıkıntıyla, örgütçülük oynayan
Çocuklar gibiydiler.
Gizli buluşma yerleri, son model arabalar, izleniyor olma
heyecanı, sır saklamanın hoşluğu, birkaç saat olsa da
üniformalarından kurtulma sevinci, kurslar, yemekler, videolar,
elektronik oyunlar, şehirlerarası yolculuklar, yaz kampları ve
yeni insanlarla bir arada olmanın çekiciliğiyle oynanan ''bir
oyunun'' içindeydiler. ''İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin
13.12.1988 tarih ve 1987/86 esas, 1988/72 karar sayılı karar ve
Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin 18.1.1988 tarih ve 1987/ 5315 esas,
1988/386 karar sayılı onayı'' bunların ne anlama geldiğini
anlatıyor olsa da, küçücük Çocukları bu ''karanlik oyunun''
içine batmaktan kimse kurtaramıyordu: ''Karnını dahi doyuramayan
nice yoksul öğrenciler ortada dururken, her türlü ihtiyaçları
devlet tarafından karşılanan askeri lise öğrencilerine kucak
açıp; onları hafta sonu tatillerinde gruplar halinde değişik
evlerde toplayarak yedirip içirip, atari, video gibi oldukça
pahalı elektronik aletlerle eğlendirmeyi iyi niyetle yapılmış
hayırsever bir faaliyet olarak izah etmek mümkün değildir.
Askeri lise öğrencilerine hiçbir maddi karşılık gözetilmeksizin
yapılan fedakarlikların mutlaka bir bedeli olacaktir. Iste bu
bedel de, davamiza konu olan illegal Nurculuk cemiyetinin
fikirlerinin yayılması ve ileride devletin üst kademelerinde
yetki ve görev alacak gençlerin Nurculuğa kazandırılarak, nihai
amaca ulaşmada karşılaşılabilecek bazı engellerin ortadan
kaldırılmasıdır.''
Yaşları 15-16 olan çocuklar, anlatılanları elbette ilgiyle
dinliyorlardı. A.S.'nin ''Said Nursi'nin yobaz olup olmadığı''
sorusunu, H.U., ''Yobaz olur mu, o kitap yazmış aydındır. Alay
komutanlığı yapmış bir kişidir'' diye yanıtiyordu. On beşinde
koskoca adamlar, ülke sorunlarını tartışıyorlardı.
Sanık E.T., Salihli'den A.G. ile Soma'dan S.S.'yi, yaz
tatilinde, Urla'daki bir kampa götürüyordu.
Yüzüyor, güneşleniyor ve söylesiyorlardı.
Kod adları Osman, Erkan, Yakup, Fatih olan kişiler, Nur
Risaleleri'ni okuyup açıkliyorlar ve şeriatın faydalarından söz
ediyorlar; herkesten kesin gizlilik istiyorlardı.
On altısında büyük askerler, ilan edilmemiş bir savaşı
yaşıyorlardı.
Küçücük çocukların gelecekleri üzerinde oynanan bu acımasız
oyun, okuldan atılmalarla, yargılanmalarla ve cezaevleriyle
sonuçlanacaktı. Onları bu oyuna sokanlara ise bir dergiye yorum
yazmaktan başka yapılacak hiçbir şey kalmayacaktı. Modern
görünümleriyle demokrasi postuna bürünecekler; ''Askerin
tanrısına yakarması serbest ama, tarikata girmesi yasak''
başlıklı ucuz eleştirileri, tarihin yargısına bırakacaklardı.
Kimi eline silah alıp Allah aşkına öldürmeye başlayacak, kimi
Nurculuğun yeni karanlık yorumlarında koşturacaktı.
Anayasaları Kuran
Onlar başından beri ''Kuran'dan başka anayasa'' tanımadılar. Ama
şimdilik yürürlükte olan anayasada ''Belli bir inanç ve dinsel
görüşü benimsemek, inanmak hakkı; bu inanca bağlı olarak,
ibadet, tören ve ayin yapabilmek hakkı; örgütlenmek ve cemaat
oluşturmak hakkı; dinsel görüşlerini açıklamak, ibadete katılmak
hakkı; devletten dinsel inançlarına saldırıların önlenmesini
isteme hakkı'' gibi temel hak ve özgürlükleri vardı. Madem
anayasal haklarıydı; o zaman bu haklarını, cami, kışla ve okul
demeden her yerde kullanabilmeliydiler.
Oysa onların ''görmedikleri'' medyadaki yandaşlarının
''göstermek istedikleri'' küçük bir ayrıntı daha vardı.
Tartışmanın bu noktasında susuyor, konuşmuyor ve duymuyorlardı.
''Hiç kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel
düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandıramazdı. Siyasi
veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne süretle
olursa olsun, din veya din duygularını yahut dince kutsal
sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamazdı.'' Şeriat
karşıtlarının bu
hakları ''İslam modernizmi'' ya da ''devleti İslamla
barıştırma'' gibi dış kaynaklı projeler arasında ''gürültüye''
getiriliyordu.
Hem Nurcu hem de demokrat
Nurculuk konusunda ''yüzeysel bilgilerle'' yapılacak bir
degerlendirme; Nurcuların ve onların zamanın içinde gelisen
turevlerinin kendi ilkelerinden uzaklastiklarını gösteriyor.
Modern görünümleri altina gizledikleri din devleti amacına
ulasmak için her yolu mesru sayacak olcude siyasallasiyorlardı.
Oysa Nurculuğun amacı ''imanı kurtarmak, kalplere ilahi imanı
yerleştirmek ve katiyen siyasetle uğraşmamaktan ibaret''
sayılmıştı. İslamiyetle siyaset arasına böyle bir sinir koyan
Said Nursi , özel konuşmalarında tedbiri elden bırakmıyor
''siyasetin İslamiyete ait olabileceğini'' söylemekten kendini
alamıyordu.
Nurculuğun günümüze uzanan, zaman içindeki izdüşümlerinin
''inandıkları gibi yaşamak'' adıyla sundukları; inanç
özgürlüğüne dayandırmaya kalkıştıkları politika, işte bu noktada
gerçek yüzünü gösteriyor. Said Nursi'nin inandıklarına ve
önerdiklerine inanıyorlarsa, onun yolunu izliyorlarsa; siyaset
bilimi açısından demokrasi yanlısı görünmeleri olanaksız. Çünkü
''Gerçekten Nurculuğa göre devletin resmi dini bulunmalı,
hukumet şeriatın koruyuculuğunu yapmalı, anayasa Kuran
olmalıdır. Devlet yönetimi de bir ülema heyetine bırakılmalıdır.
Bu bakımdan Said Nursi'ye göre laikliği ilke olarak koyan
cumhuriyet anayasaları, şeriat esaslarına aykırıdır.''
Hem demokrasiden yana görünüp hem de Nurcu olmanın pratigi
olmadığı gibi; bilimden yana Nurcu olmanın da gecerliligi yok.
Cagdas olculeri benimseyen bir insanın, Nurcu olması olanaksız.
Çünkü; ''Kendisinde insanüstü yetenekler varsayan Said Nursi,
kırk dakikada kitaplar yazmakta, günde yüz para veya bir kuruşla
geçinmekte, yiyip içmeden yaşayabilmektedir. Doğaüstü güçlerle
donatıldığını iddia ederken, 'Bir yaşındaki bebeklerin bile
kendi manevi varlığını hissedip, koşarak ellerinden öptükleri'
ni belirtmektedir.''
Nurculuğun bilimle ilişkişinin ölçüsünü ''Nurcularla,
'fevkalbeser' bir kişi ve Ibn-i Sina'yi, Ibn-i Ruşt'u ve
Farabi'yi geride bırakan; bizzat muannit filozofları hayretlere
garkeden, birçoklarını imana getiren'' bir bilgin sayılan Said
Nursi'nin kendi sözlerinden çıkarmak olası. O, örneğin elektrik,
meteor gibi fizik ve astronomik olayların bilimsel açıklamasıni
dine aykırı buluyordu. ''Bunların hepsinin izahının Kuran'da
mevcut olduğunu'' söylüyor; bu açıklamaların fizik kanunlarına
göre yapılmasını ''Kuran'in kudretine ve hikmetine aykırı
düşeceği'' savıyla reddediyordu. Zaman zaman ''birlik
beraberlik'' nutukları atmaları, ''Türklük-Kürtlük'' ayrımina
karşı çıkıyor görünerek ''Büyük Türk Milleti'' kurnazlığına
başvurmaları da inandırıcı olmuyor. Üstelik bu tutumları
Nurculuk öğretisiyle de çelişiyor. Çünkü Said Nursi, başkaldırı
eylemlerine katılacak ölçüde bir Kürt
milliyetcisiydi. Risalelerinde ''Ey Türkler ve Kürtler'' diye
başlıyor; ''Ulusal Kurtuluş'u İslami kurtarmak'' kosuluyla
destekliyor; Kurtuluş'u ''Garplilasmak bahanesi altında seairi
İslamiye aleyhine bir cereyan'' olarak yorumluyordu. Böylesi
görüşlerle, oyun çağındaki çocukları kandırabiliyor; öteki
dünyanın umutlarıyla gençleri kolayca yanıltıyorlardı.
Yetişkinlerin uzattıkları oltayı ise, ''Vakıf, dernek,
kooperatif, dershane, okul'' gibi çıkar ilişkileriyle
yemliyorlardı. Karşıtlarının siyasal terminolojisi ile
tavladıkları entelektuelleri de ''Müslüman aydın'' ya da
''İslamla barışma'' tuzağına düşürüyorlardı.
Şeriat düzeni özlemlerini gizlemek için bin bir surat kiliginda
dolasiyor olsalar da, amaçlarından asla vazgecmiyorlardı.
Kelebek gibi uçup, arı gibi soktukları, 1993 yılınin şubat
ayında, belgeleriyle bir kez daha ortaya çıkacaktı. Harp
Okulları Yasa Tasarısı'ni görüşen, Türkiye Büyük Millet Meclisi
Milli Eğitim Komisyonu'nda baslangicta her şey normal gidiyordu.
Tasarınin harp Okullarına alinacak öğrencilerle ilgili 37.
maddesine komisyonda yapılan bir eklemeyle, okul kapiları
imam-hatip lisesi mezunlarına aciliverdi. Demokrasinin
dayanilmaz ağırlığı karşısinda daha fazla direnemeyen SHP ve
CHP'liler, ANAP'li tarikatçı Bulent Caparoglu 'nun eski bir
pazarligi animsatmasina çok kizdilar. Caparoglu'na göre bu
tasarı Meclis'e ilk kez gelmiyordu ve daha önce ANAP ve CHP
arasında görüş birligi sağlanmışti. SHP'liler CHP Genel
Sekreteri'nin ''Imam-hatipliler vali
olabiliyorlarsa'' diye başlayan atağına komisyonda bir
değişiklik önergesi ile yanıt verdiler. Komisyonun SHP'li üç
üyesinin imzasini tasiyan bu önerge ile tasarıdaki ''fen kolu''
kosulunun yanına ''edebiyat kolu'' da ekleniveriyordu. Sosyal
demokratların katkılarıyla böylece, imam-hatiplilere ordu yolu
açılıyor, takkeler sevincten havaya firlatılıyordu.
''Yuzde 99'u Müslüman olan'' Türkiye'de siyaşı partiler,
ilkelerini rafa kaldırmislar, hiçbir ayrım gözetmeden
dindarların da, dincilerin de oylarına göz dikmislerdi. Sorun
Milli Savunma Komisyonu'nda cozumlenecek, İslami düzen
yanlilarının Silahli Kuvvetleri ele geçirme istahları
kursaklarında kalacakti.
Şeriat özlemlerine ''demokrasi gomlegi'' giydirmeye kalkisan
sahte dindarların, seslerini çıkaramayacağı bir başka belge de
''Tam 133 parca ekiyle, 38 sayfalik bir fezleke'' olarak
elimizin altında duruyor.
Devlete sizma çalışmalarına hiç ara vermiyorlar, ordudaki
örgütlenmeleri ortaya çıkınca; kirli ellerini polise sokmaya
çalışıyorlardı.
Varligini yadsiyamadıkları ''Emniyet Genel Mudurlugu Polis
Teftis Kurulu'' nun 28.8.1992 tarih B.05.1.BGM. 060.01/15-92
sayılı fezlekesindeki kanitlar; İzmir DGM'nin yargi
belgelerindeki kanitların aynısıydi. Olaylar, yöntemler,
vakıflar, evler ve dershaneler ''özel adlarına'' varincaya
kadar, büyük benzerlik tasiyordu. Belgeler; askeri liselere
sizmaya ve ordudaki örgütlenmeye maddi destek saglayan
''Akyazılı'' markasının; polis Okullarına sizmak ve emniyet
örgütüne de el atmak için de ''etkin bir kurum'' olduğunu
gösteriyordu. Emniyet Genel Mudurlugu Istihbarat Daire
Başkanligi'nin 10 Mart 1992 tarihli irtica raporunu ''PKK için
hazırlanmış'' bir belge olarak sunan din tacirleri; Emniyet
Genel Mudurlugu Polis Teftis Kurulu Başkanligi'nin 28 Ağustos
1992 tarihli fezlekesine de elbette İslami bir kilif
bulacaklardı. Kendi çevrelerine ''Demokrasiyi uygulamaya
kalkmak, Allah'a karşı harp ilan etmektir'' diyorlar;
muritlerine ''demokrasiyi bir küfür düzeni'' olarak
tanıtıyorlardı.
Sonra da ''inandigi gibi yasamak'' teziyle demokrasi kavgasinin
içine sizmaya çalışıyorlar; daha fazla demokrasi istiyorlardı.
İslamin ''birey, hak ve özgürlükler, esitlik, ulus, ulusal
egemenlik'' konusundaki değiştirilemez yargilarını unutturmak
için her turlu yalana basvuruyorlardı.
Yalanlarını ''Hurriyet yine carpitti'', ''Milliyet kışkırtmaktan
vazgecmiyor'', ''Cumhuriyet basin ahlakını çiğnedi'' gibi
saldirganliklarla örtebileceklerini sanarak, bütün
politikalarını yalana endeksliyorlardı. Bilgisayarinin basina
oturup ''PKK için hazırlanan bir raporu, hayali Fethullah Hoca
örgütu için hazırlanmış gibi gösteriyor'' diye yalan ve kin
ureten Müslüman yazar; ünlü Hocaefendi Hazretleri'nin
''doğrulugu ve hoşgörüyu savunacağını'' söylediği ''Gazeteciler
ve Yazarlar Vakfı'' nin kurucuları arasında yer alacakti. Sonra
da hep birlikte ''basinin icler acisi halinden'' yakınılacaktı.
Isi çok iyi biliyorlar, kilici çok iyi kuşanıyorlardı, ama
yalani çaresiz bir ''kader'' olarak yaşıyorlardı. Kuran'daki
anlamıyla kaderin, ''olcu'' demek olduğunu bile bilmiyorlardı.
Polis ve orduda örgütlenme
Sanık A.S. Fethullah Gülen'e bağımliligi ve sempati duyma
iddiasinin asılsız olduğunu; sanık R.K. Fethullah Gülen grubuyla
ilgili bilgisinin gazetelerden okuduğu kadar bulunduğunu; sanık
B.C. Fethullah Gülen grubundan tanıdığı kimselerin bulunduğunu;
sanık A.E. ise Gülen grubuyla bir irtibati olmadığıni söylüyor.
Polis Akademisi'ndeki ''marifetlerini'' de ortmeye
cabaliyorlardı. Onlara göre akademiden atılan bir öğrenci,
''okulda namaz kilan insanların'' adlarını alt alta yazıp bir
senaryo düzenlemisti. Oysa şimdi her biri ülkenin bir
köşesinde ic güvenlik örgütünün bir parçası olarak çalışan
''tanık polisler'' ifadelerinde ürkütücü şeyler
söylüyorlardı.
Dindarların ''akla uygun olanın, dine de uygun olacağı''
inancını gözlerini kirpmadan kötüye kullanan dinciler, cennete
giden yollarını yalanla dosuyorlardı. Ankara Polis
Akademisi'ndeki ''marifetlerini'' de yalanla ortmeye
cabaliyorlardı. Onlara göre akademiden atılan bir öğrenci, geri
alinma umuduyla ''okulda namaz kilan insanların'' adlarını alt
alta yazıp bir senaryo düzenlemisti. Oysa şimdi her biri ülkenin
bir köşesinde ic güvenlik örgütünün bir parcasi olarak çalışan
''tanık polisler'' ifadelerinde ürkütücü şeyler söylüyorlardı.
Sorusturma dosyaşına 45 numarali ek olarak giren ifade, şeriat
yanlilarının aldıkları yolun bir kanitiydi: ''Yukarida açık
kimliği belirlenen ....., günü saat 15.30'da müfettişligimize
tahsis edilen İzmir Emniyet Mudurlugu binasindaki yerde huzura
alindi, usulune uygun olarak yemin ettirildi ve soruldu:
Polis Akademisi'nden 1991 yılında mezun oldum. Bu öğrenim süresi
içinde çeşitli derslerimize ddeğişik öğretim üyeleri
geliyorlardı. Adı... olan öğretim üyesi ders konularını islerken
bazı karşılastirmalar yapıyor ve Bati'dan alinan hukuk
sisteminin dejenere olduğunu, İslam hukukuna dayanan Mecelle'nin
ise şeriat hukumlerini ihtiva ettiginden daha mesru ve hoş
olduğunu anlatıyordu. Adı... olan öğretim üyesi de
Batililasmanın Türk sistemini bozduğunu söyleyerek harf ve
kiyafet inkilabinin toplumu geriye götürdüğünü ve kargaşaya
sürüklediğini; Farsça ve Arapçanın geçmişte, toplumu
yücelttiğini anlatırdı. Adı ... olan öğretim üyesi de bu
hocamızdan geri kalmayarak aynı konuları işlerdi, o da şeriat
düzenini övücü konulara girer, özellikle Tük-İslam sentezini
işlerdi.''
Antalya Emniyet Mudurlugu'nde ... günu saat 15. 00'te ''huzura
alinan komiser yardımcisi...'' ise örgütlenmeyi şöyle
anlatacakti: ''Ben 1987 yılında polis kolejini bitirerek polis
akademisine girdim. Akademide derslere başladığımizda büyük
hayal kirikligina uğradım. Çünkü okulda belirgin bir şekilde
irticai faaliyet olduğunu gordum. 1991 yılında akademiyi
bitirdim. 1987-88 ve 1990-91 dönemlerinde .... derslerine gelen
.... adlı öğretim üyesi verdiği örneklerle konuyu irtica
düzenine getirir, yaptığı kiyaslamalarla onun üstünlüğünü
ispatlamaya çalışırdı. Su andaki rejimle bir yere
varılamayacağinı belirterek Osmanlı düzeninin daha iyi olduğunu
anlatırdı. CMUK dersine giren hocamiz ise konularına vakıf bir
insandi. Şeriat düzenine olan özlemini dile getirir, öğrencilere
lanse etmeye çalışırdı. Hukuk ve kriminoloji derslerine gelen
... hocamız görduğum kadariyla öğretim üyeleri icerisinde en
tehlikelisiydi. Çünkü hiçbir zaman doğru durust ders konularını
islemez, tamamen şeriat düzeninin esaslarından bahsederdi.
Atatürk ilke ve inkilaplarının siddetli elestiricisiydi. Ders
sırasında görüşu doğrultusundaki öğrencileri on siralara
oturtur, din ve şeriat konularını acarak sürekli onlarla
konuşurdu. Öğretim kadrosuyla ilgili bildiklerim bundan
ibarettir. Okul icerisinde, öğrenci kesiminden büyük bir grup
zaten bunların görüşu doğrultusunda hareket ediyordu. Gerek
öğretim üyeleri gerekse okul idaresi, bu görüşteki öğrencilere
daha toleransli davraniyordu. Okuldaki bütün sorumlular dinci
grubun icerisinden
seçiliyor, hatta okulu bitirdiklerinde de genellikle eğitim ve
öğretim kurumlarına yerleştiriliyorlardı.''
Tanıklar, bir polis okulunda yaşananları anlatmakla kalmıyor,
ülkenin baskentindeki kayıtsızlığa da değiniyordu.
Bilgiler doğru
Sanık olarak ifadelerine basvurulanlara gelince, hiçbirinin
''Fethullah Gülen grubunu'' yadsımadığı, ancak tumunun ''bu
grupla ilişkiyi reddettigi'' görülüyor. Örneğin sanık A.S.
Fethullah Gülen'e bağımlılığı ve sempati duyma iddiasinin
asılsız olduğunu; sanık R.K. Fethullah Gülen grubuyla ilgili
bilgisinin gazetelerden okuduğu kadar bulunduğunu; sanık B.C.
Fethullah Gülen grubundan tanıdığı kimselerin bulunduğunu; sanık
A.E. ise Gülen grubuyla bir irtibati olmadığıni söylüyor.
38 sayfalik fezlekenin ''tahlil'' baslikli bölümü, insani bir
kez daha düşünmeye zorluyor: ''Musteki Rafet Yılmaz gerek
tarafımıza verdiği ifadede, gerekse kendi el yazısiyla yazdigi
mektuplarda polis akademisi başta olmak uzere emniyet
teskilatinin birçok kademesinde bulunan sahisların Fethullah
Gülen grubunun görüşleri doğrultusunda faaliyet gösterdigini
açıklamıştır. (Ek: 9-11) Bu örgütlenmenin yapılanması, eğitim
faaliyetleri ve illegalitesi hakkındaki hususlarda itiraflarda
bulunmuştur. (Ek:9)
Rafet Yılmaz'in verdiği bilgiler isiginda itiraf ve
mektuplardaki konular üzerinde tarafımızdan geniş bir araştırma
çalışmasi yapılmış ve ifadelerinin doğrulugu elde edilen belge
ve tanik ifadelerinden anlaşılmıştır. Elde edilen bilgi ve
verilere göre operasyona yönelik daha geniş bir inceleme ve
tespitin yapilmasi amaçiyla, makamin emirleri üzerine konu
Istihbarat Daire Başkanligi'na aktarilmis, bu birinin yaptığı
araştırmalarda da Rafet Yılmaz tarafından verilen bilgilerin
doğru olduğu saptanmıştır. (Ek: 20-21).
Devletin temel nizamini dini inanç ve esaslar üzerine oturtmak
amacıyla faaliyet gösteren ve stratejik amacına ulasmak için bir
örgüt yapılanması icerisine giren, siyasal iktidarı bir ihtilal
hareketiyle ele geçirmek için teorik ve pratik eğitim asamasina
giren bu örgütün temel hareket noktası Said Nursi tarafından
kurulan ve onun çeşitli fraksiyonlarından biri olan Fethullah
Gülen tarafından organize edilmektedir. Teori, bir siyası
hareket için gereklidir. Amaca ulasmak için pratiğin esas
hareket noktası olarak kabul edilir. Bu grubun nihai hedefi olan
siyaşı iktidarı ele geçirmek amacıyla çeşitli örgütlenme
biçimlerine girdigi gözlemlenmektedir. Örgüt içinde çalışmış
Rafet Yılmaz'in da ifade ettigi gibi mevcut durumdaki amacın,
hedefe ulasacak ve devlet kademesindeki belli kadrolara yeterli
eleman yetiştirmek olduğu ifade edilmektedir. Bu amaçla,
devletin varliginin temel koruyucu ve kollayıcısı olan emniyet
teskilatinda da amaca uygun bir örgütlenmeye gidildigi musahede
edilmektedir.
Tarikat yuvaları...
Kuyrukları sıkışınca ne yapacaklarını şaşırıp saga sola
saldirmaya kalkışıyorlar. Yıllardır din ve inanç özgürlüğünu
maske olarak kullandıkları için, gerçek kimlikleri ortaya
çıktıginda ''şaşkın ordek'' gibi suya daliyorlar.
Aslında hepsi zavallı. Kendi çıkarlarından başka bir şey
düşünmüyorlar. Kuplerini doldurup geleceklerini garantiye
aliyorlar. Kirgizistan'da ''dolar'' ve ''mark'' ları yiyip
bitirip, saga sola ''hayır isleri'' yaptıklarını yayiyorlar.
Ellerinde ibrikle bakan kapilarında bekliyorlar.
Ama devlet içinde örgütluler. Birbirlerini kollamak birinci
görevleri. Eğitimde kilit noktalara kendi adamlarını
yerleştiriyorlar. Özellikle ANAP ve DYP içinde kadrolasiyorlar.
Kim bunlar?
Tarikatçılar...
Akevleri Kooperatifi'nin eski Başkanı Süleyman Karagulle ''İslam
ekonomi düzeni'' maskesi altında bir ''şeriat düzeni'' ni
savunuyor yıllardır. Zaman gazetesinden ''Komik Fehmi'' nin
kayinpederi olduğunu da Cumhuriyet okurları çok iyi biliyor.
Akevler Kooperatifi Yönetim Kurulu üyelerinden ve hakem
listesinde yer alan (9.2.1987'de İzmir 2. Is Mahkemesi'ne
verilen belge) Hira Karagulle (Süleyman Karagulle'nin oglu) su
anda Kirikkale Üniversitesi Muhendislik Fakultesi dekanidir.
Yine hakem listesinde yer alan Doc. Dr. Mehmet Tekelioglu, Celal
Bayar Üniversitesi Muhendislik Fakultesi dekanidir. Naci
Otmanboluk de su anda Balıkesir Muhendislik Fakultesi dekanidir.
Bu kişiler yıllarca İzmir 9 Eylul Üniversitesi'nde eski ANAP'li
bakanlardan Ekrem Pakdemirli' nin oluşturduğu makine
muhendisligi bölümünde yuvalandılar. Yıllarca ''tarikat''
ilişkilerini burada sürdürdüler. Atatürk devrim ve ilkelerine,
laik cumhuriyete karşı öğrencilerin beyinlerini yikadılar. YOK
içinde dal budak saldilar, ''Gardropcu Atatürkculerle''
isbirligi yapip 12 Eylul'un ''cuntacı pasalarının'' himayesinde
filizlenip boy attilar.
Günlerdir bu tiplerin gerçek yuzlerini sergilemeye çalışıyoruz.
Kanli Sivas olaylarının ardından ne denli ikiyüzlü ve ''kani
icici'' olduklarını ortaya köyüyoruz.
Tek korkuları var bu şeriat özlemcilerinin: Foyalarının ortaya
cikmasi. Biz de bu tiplerin ''gerçek Müslüman olmadıklarını'' ,
sağı solu dolandırdıklarını, topladıkları paraları yediklerini
anlatınca da ''şeylerini yırtıp'' bağırıyorlar:
''Yalan dolan yazıyor Cumhuriyet gazetesi...''
Biz de diyoruz ki:
''O zaman bizi tekzip edin, mahkemeye verin. Ama önce
Amerika'dan, Almanya'dan, Suudi Arabistan'dan gelen mark ve
dolarları kimler gönderiyor, isimlerini açıklayin...''
Yanıt veriyorlar:
''Hayır vermeyiz. Ancak hakem heyetine veririz...''
Türkiye'de bağımsiz adalet karar verir bu tur yolsuzluklara,
hakemler değil...
Akevler Kooperatifi'nde magdur olan 14 kişinin avukati Ahmet
Sahin, 1987 yılında bu olayı nasıl anlatmışti; bir kez daha
animsatalım:
''Kooperatif, ortak olarak kabul ettigi kişilerin arsalarını el
altından satmıştır. Ortaklar ev sahibi olmak için girdikleri
kooperatifte, arsalarının gerçek değerlerinden daha dusuk
gösterilerek satildigini yıllar sonra anlamışlardır. Bir de
garip bir hakem heyeti var kooperatifin. Yasaya göre eger
ortakla kooperatif arasında bir anlasmazlik olursa bunu söz
konusu hakem heyeti cozecek. Gelin görün ki bu hakem heyetinin
tümü Akevler Kooperatifi'nin yöneticisi. Listenin başında da
Süleyman Karagülle var...
'' Tuzaklarla dolu Akevler Kooperatifi'nin baglantisi eğitime
dek uzaniyor. Örgütlu okullar, öğretmenler, YOK içinde
filizlenen ''kara irtica'' yardımci docentleri dekan yapıyor,
profesorluge getiriyor.
Bıkıp usanmadan anlatacağız bu tipleri...
Nasıl örgütlendiklerini, gencecik insanları nasıl Atatürk ve
laik cumhuriyet düşmani olarak yetiştirdiklerini belgeleriyle,
mahkeme tutanaklarıyla sergileyeceğiz.
Fethullah Gülen Hocaefendi'ye gelince...
Eski defterin sayfalarını tek tek cevirmeye baslayalim
isterseniz. Bir de Özel Yamanlar Lisesi'ne, İstanbul Fatih
Lisesi'ne, Nilüfer ve Serhat özel liselerine bir bakalim.
Manisa'nın Spil Dağı'nda, Fethiye'de, Avşa'da, Bolu'da kurulan
''tarikat kampları'' ni kimler yönetiyor, parasal kaynakları
nereden geliyor, bir arastiralim...
Iyi olur değil mi? 7.8.1993
Tarikat belgeleri...
Bu panik niye?
Tarikat Okullarına ilişkin haberlerin Cumhuriyet'te yer almasi
şeriatçı cevreleri yeniden telaslandırdi. Üç gündür yerlerinde
duramıyorlar. Açıklama üstüne açıklama yapıp kendilerini
savunuyorlar. Diyorlar ki:
''Biz bölgedeki okuma imkanı bulamayan zeki çocuklara çağdaş
eğitim ortamı sağlamak amacıyla özel erkek fen lisesi
açıyoruz...''
Hangi amaçla açılıyor bu özel liseler? Yoksul, ama zeki
çocukların okul giderlerini kimler karşılıyor? Ilkokulu bitiren
bu Çocuklar askeri liselere nasıl sokuluyor? Bu okullarda okuyan
Çocuklara şeriat düzeninin bir gün mutlaka kurulacağını kimler
anlatıyor?
İstanbul Özel Fatih Lisesi, Spil Dağı'nda kamp kuruyor.
İstanbul'dan kalkip Manisa'ya gelmenin ne olduğunu bilmeyen yok.
Ellerinde, Arapca yazılmis pankartlar. Sözde Spil Dağı'nda ders
çalışıyor öğrenciler. İstanbul'dan 500 kilometre ötede kamp
kurmanın ne demek olduğunu anlatmaya da gerek yok. Zaten Fatih
Lisesi'ni herkes tanıyor.
Bursa Nilüfer, Ankara Samanyolu, İzmir Yamanlar, Van Serhat
liseleri de ''aynı amaçli'' özel okullar. Elbet bu saydigimiz
Okulları Milli Eğitim Bakanlığı müfettişleri denetliyor. Ancak
Milli Eğitim Bakanlığı'nin yöneticilerinin büyük çoğunluğu
''tarikatçı'' ve onların korumasi altında saydigimiz okullar.
Isterseniz bir örnek verelim:
İzmir Özel Yamanlar Lisesi'nin binaları ''şeriat yuvasi'' olarak
adlandırilan Akyazılı Dershanesi'nindir. Selale Özel Eğitim
Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, Akyazılılar Dershanesi'nden
bu binaları kiralamıştır. Özel Yamanlar Lisesi, Selale Limited
Şirketi tarafından yönetilmektedir.
Akyazılı Dershanesi'nin Maltepe Askeri Lisesi'ne sahte sağlık
raporuyla öğrenci soktugu da İzmir DGM tutanaklarından
anlasilmaktadır. Öğrencilerin ifadesi ve iddianamede bu açık
seçik bellidir. O zaman anlaşılıyor ki Selale Limited
Şirketi'yle Akyazılılar Vakfı arasında organik bir bag vardır.
Fethullah Gülen Hoca'ya gelince:
Fethullah Hoca, 1975 yılında Kemalpaşa'nin Yiğitler Köyü'ndeki
''Nurcu Kampı'' ni yöneten kişidir. O tarihte yakalanmış ve
yargilanmıştır. Yine Fethullah Gülen, ANAP içinde kimi eski
bakan ve milletvekilleriyle siki ilişki içinde olmuştur.
Kimse bunlara dur diyemiyor
Kimi vakıfların kurduğu özel okullar. Bu Okulların arkasında
olan kurum ve kuruluslar. Okullara parasal destek
veren tasrali işadamları. Tum bunların arkasında olan ''malum
gazete'' ile malvarlığı trilyonları bulduğu söylenen
bir hoca. Tehlike giderek tirmaniyor. Gazeteleriyle,
televizyonlarıyla laik cumhuriyete karşı tavirlarını giderek
arttıriyorlar.
PKK terörunu sihlarla, şeyhlerle, hocalarla, tarikat
liderleriyle cozmeye çalışan ve durmadan teori ureten
karayobazlar, kendi kişisel çıkarlarıyla birlikte hedeflerine
adım adım ilerliyorlar. Şimdilerde Terörle Mücadele
Yasa Tasarısı'nin anayasaya aykırı olduğunu one sürenler,
TCK'nin 163. maddesinin hortlayacağını yazıp ciziyorlar.
Üniversiteleri medrese ve tekke yapmak isteyenler, sözde bilim
adamlarını da konuşturup kamuoyu olusturma amacındalar.
Şimdi DGM tutanaklarına bir göz atalım... Esas: 1987/86-Karar:
1988/72 sayılı dosyadan bir bölüm: ''...Toplanan delillere ve
dosya icerigine nazaran suçları sabit görülen bu sanıkların
eylemleri, sanık vekillerinin savunmalarında belirttiklri gibi
munferit olarak Maltepe Askeri Lisesi öğrencilerine Nur Risalesi
okumaktan ibaret değildir. Gerek suçları sabit görülen bu
sanıklar ve gerekse daha önce haklarında aynı suctan mahkumiyet
karari verilip kesinlesen İbrahim Belge ve Nihat Ozdemir
organize bir teskilat olusturup bilinçli olarak görev taksimi
yapmislar, kendilerinin benimsedigi Nurculuğu ileride yuksek
mevkilere gececek
gençlere aşılamak için faaliyete gecmisler ve bu faaliyetleri
cumlesinden olarak: Önce ortaOkulların son sınıflarında okuyan
ve basarili olan fakir aile çocuklarını tespit etmişler, onlara
sizleri fen liselerine ve askeri liselere sokacağız diye kurs
vermeye başlamışlar, bu arada yavaş yavaş onlara Nur risaleleri
okumak, dini konularda konuşmalar yapmak süretiyle Nurculuğu
benimsetmeye başlamışlar. Maltepe Askeri Lisesi'ni kazanan
öğrencileri bizzat İzmir'e getirmisler, İzmir'de karşılamışlar,
onlara yatacak yer temin etmişler, raporları ile mesgul
olmuslar, öğrencileri önce özel doktora muayene ettirmisler,
rahatsizligi tespit edilenler yerine saglam öğrencileri
muayeneye göndermek süretiyle sahte saglam raporları alip
öğrencilerin Maltepe Askeri
Lisesi'ne girmelerini temin etmişler, okula baslamalarından
sonra da öğrencileri rahat bırakmayıp onları Konyalilar,
Ankaralilar gibi gruplara ayirip aralarında pay etmişler,
öğrencileri çeşitli semtlerdeki evlere dikkat cekmemek için
kiyafetlerini önceden değiştirerek kendi vasitaları ile
götürmüşler, o evlerde onlara Nur Risaleleri okumuşlar,
açıklamışlar, bu düzenin iyi olmadığıni, ileride bu düzeni
değiştirip şeriat düzeni getireceklerini, ileride yuksek
mevkilere geldiklerinde bu konuda kendilerine yardımci
olacaklarını, şimdiki subayların dinsiz olduğunu, kendilerinin
dinlerine bağlı yetişmelerini, laik düzeni kaldırıp İslami
devlet kurmak
için bunun sart olduğunu aşılamaya başlamışlardır.''
DGM tutanağında ayrıca ''Bu düzen iyi bir düzen değildir.
Ileride bu düzeni de değiştirerek şeriat düzeni getireceğiz''
diyen Fatih kod adlı İbrahim Belge 'den söz edilmekte ve şöyle
denilmektedir.
''Biz bu toplantılarda Fethullah Hoca'nin kasetlerini de
dinledik.''
Tarikat kampları yurdun dört bir yanında gencecik insanlarla
dolu. Atatürk ve laik Türkiye Cumhuriyeti düşmani şeriatçılar bu
kamplarda ortaokul ve lise çağındaki öğrencilerin beyinlerini
yıkıyorlar.
Kimse bunlara ''dur'' diyemiyor. Kimse kanli Sivas olaylarından
ders çıkarmiyor... 8.8.1993
Medrese eğitimi mi?
Bugün kimi Üniversitelerde laik düzene ve bilime meydan okuyan
rektörler ve öğretim üyeleri kimden destek görüyor; bu kişileri
kimler koruyup kolluyor?
Üniversiteler, laik cumhuriyetin birer bilim kurumu olduğuna
göre, oralara yerleşen öğretim üyeleri, çağdışı kafalarıyla bu
ülkenin gençlerini hangi amaçları doğrultusunda eğitecekler?
Son bir yıl içindeki gelişmeleri dikkatle izlemenizde oldukça
yarar vardır. Biz bu köşede bıkmadan, usanmadan Türkiye'deki
''tarikatçı gelişmeleri'' aktarmaya çalışıyoruz. Bu gelişmelerin
laik cumhuriyete karşı bir eylem hazırlığı olduğunu, bu işin de
bilim kurumları olan Üniversitelerden başlatıldığını yazıyoruz.
Salt Üniversiteler mi?
Hayır!
Kimi vakıfların kurduğu özel okullar. Bu Okulların arkasında
olan kurum ve kuruluslar. Okullara parasal destek veren tasrali
işadamları. Tum bunların arkasında olan ''malum gazete'' ile
malvarlığı trilyonları bulduğu söylenen bir hoca. Tehlike
giderek tirmaniyor. Gazeteleriyle, televizyonlarıyla laik
cumhuriyete karşı tavirlarını giderek arttıriyorlar.
Sanliurfa'daki Harran Üniversitesi'nde olup bitenleri acaba bu
ülkenin Başbakanı, Milli Eğitim Bakani, YOK Başkanı biliyor mu?
30 yıldir Nurculuğun gelişmesinde büyük caba harcadığı one
sürülen Abdulkadır Badılli ile Diyanet Işleri Başkanligi'nca
kurulan İstanbul'daki Haseki Eğitim Merkezi'nde ''fikih ve
hadıs'' dersleri veren eski Sanliurfa Muftusu Halil Gonenc' e
Harran Üniversitesi neden ''Fahri İlahiyat Doktoru'' ünvanını
vermiştir?
Harran Üniversitesi Rektörü bir medresenin ya da tekkenin
başında değildir. Rektörun kimliğini bilim adamları çok iyi
bilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Harran Üniversitesi'nde yaşanan bu çağdışı
olay, insanın tüylerini diken diken etmektedir. Iki Nurcu,
Türkiye Cumhuriyeti Harran Üniversitesi'nden onursal doktora
alıyor ve tüm basın gözlerini kapayıp olup bitenleri sadece
izliyor.
Neyin adına?
Düşünce ve inanç özgürlüğü için mi, yoksa demokrasi ve insan
haklarına saygılı oldukları için mi? Üniversiteler bir dönem,
demokratik düzene darbe düzenleyen Kenan Evren' e de onursal
hukuk doktorluğu vermek için yarışa başlamışlardı. Aynı yöntemi,
1983 sonrası Turgut Özal' a, birkaç ay önce de CumhurBaşkanı
Süleyman Demirel' e uygulamışlardı.
Türkiye'de PKK teröru ülkeyi ne denli bölmek istiyorsa
karayobazlar da gazeteleri ve televizyonlarıyla laik düzeni
devirmek için o denli harekete geçiyorlar.
Tehlike giderek büyüyor...
Dumlupinar Üniversitesi Senatosu'nun bildirisini okudunuz, pek
çok Üniversitede olup bitenleri bu köşede zaman zaman
izlediniz...
Üniversiteleri medrese ve tekke yapmayi amaçlayan bir düşünce,
bilim kurumlarına giderek egemen oluyor. Laik bilim kurumları
Said-i Nursi' nin muritleri tarafından kuşatılıyor. Nurcular
onursal doktora verilerek ödüllendiriliyor. Atatürk' un kurduğu
laik Türkiye Cumhuriyeti'nin temeline dinamit konuluyor.
Adamlar açık açık şöyle diyor:
''Güneydogu'ya ayrı bir eğitim modeli uygulansin...''
Nedir bu model?
Said-i Nursi'nin eğitim anlayışı...
Van'daki Serhat Özel Lisesi, Akyazılılar Vakfı'nındır. Bu okulda
neler olup bittiğini belki Milli Eğitim Bakanlığı müfettişleri
bulup çıkarırlar.
Sadece Van'daki Serhat Özel Erkek Lisesi mi?
Şöyle bir arastirilsin, tarikatların kurduğu özel liseler bir
bir saptansin, göreceksiniz neler çıkacak...
Elbet bir de Üniversitelere el atılmalı. YOK, bilim yuvalarının
ne hale geldigini kış uykusundan uyanip gormeli.
Oralarda, bilim kurumlarının nasıl çağdışı bir yapiya
kavuşturulduğunu saptamalı. Evet, dun 10 Kasim'di. Bagimsizlik
savasimizin, 1923 Devrimi'nin onderi Mustafa Kemal'in olumunun
55. yılıydi.
İşte Atam, ölümünden 55 yıl sonra, bize emanet ettigin laik
Türkiye Cumhuriyeti'nin görünümü böyle. Seni çok üzdüm
biliyorum.
Ama gerçek de bu.
Ne yapayım?.. (11.11.1993)
Kurnaz tilki...
Tarikatçıları azıttıkça azıtıyorlar. Laik cumhuriyete karşı
saldirilarını giderek yogunlastirirken PKK terörunun kokunu
kazimak bahanesiyle ''tarikatlara'' yol gösteriyorlar.
Amaçları PKK terörunu önlemek için cozum uretmek değil...
Nedir amaçları?
Laik cumhuriyeti yikip yerine dini esaslara dayali ''şeriat
devleti'' ni kurmak...
Yeni bir slogan urettiler şimdilerde:
''Müslümanlar kardestir...''
Hayır!
''Insanlar kardestir...''
Diyorlar ki:
''Böyle bir ortamda daha çok Naim hocalara ihtiyac var...''
PKK terörunu sihlarla, şeyhlerle, hocalarla, tarikat
liderleriyle cozmeye çalışan ve durmadan teori ureten
karayobazlar, kendi kişisel çıkarlarıyla birlikte hedeflerine
adım adım ilerliyorlar.
Şimdilerde Terörle Mücadele Yasa Tasarısı'nın anayasaya aykırı
olduğunu öne sürenler, TCK'nin 163. maddesinin hortlayacağını
yazıp çiziyorlar. Üniversiteleri medrese ve tekke yapmak
isteyenler, sözde bilim adamlarını da konuşturup kamuoyu
oluşturma amacındalar.
Ne diyorlar?
Şöyle:
''Sağlıklı ortamlarda Müslümanların gelişmesinden ürkenler,
Müslümanları terörle aynı kefeye koymak istiyorlar. Yani
getirilecek 8. madde teknik olarak 163'ten daha tehlikeli..''
TBMM'ye verilen Terörle Mücadele Yasa Tasarısı'nin 8.
maddesindeki eski biçimine bakalim önce...
''Hani yöntem, maksat ve düşünce ile olursa olsun, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bolunmez
bütünlüğünü bozmayi hedef alan yazılı ve sözlu propaganda ile
toplantı, gösteri ve yuruyus yapılamaz. Yapanlar hakkında 2
yıldan 5 yıla kadar ağır hapis ve 50 milyon liradan 100 milyon
liraya kadar ağır para cezasi hükmolunur...''
Eski biçimi böyle...
Ya yeni biçimi?
Sadece ''cumhuriyetin laik niteliğini'' tümcesi eklenip şöyle
oluyor 8. madde:
''Hangi yöntem, maksat ve düşünce ile olursa olsun, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin seklini, cumhuriyetin laik
niteliğini...''
Tarikatçıların sadece ''laik cumhuriyet'' tümcesi üzerinde durup
8. maddeyi TCK'nin 163. maddesiyle esdeger kilmalarının nedenini
hiç dusundunuz mu?
Kepenk ve kontak kapama eylemlerini bile ''suc öğesi'' sayıp
terör kapsamına alan Terörle Mücadele Yasası'nın eski biçimine
göz yuman tarikat odakları ''laik cumhuriyet'' denildiğinde
neredeyse ayaklanacaklar...
İşte bunların demokrasi ile kişi ve temel hak ve özgürlüklerine
bakişinin en somut ornegi bu yazdıklarımiz...
''Laik cumhuriyet'' denildigi zaman ''Müslümanlara baskı
yapılıyor'' yaygarasıni basan bu karayobazlar gazeteleriyle,
televizyonlarıyla ortaligi ayağa kaldırıyorlar. Ardından da
''laikligin tarif edilmesi gerekir'' diyorlar.
Yuzlerine ''demokratikleşme'' maskesi takanların amaçlarının ne
olduğunu Cumhuriyet okurları çok iyi bildiği için uzun uzun
anlatmaya gerek yok. Laik cumhuriyetten korkan ve bu nedenle
''Bölücülerle dindarları aynı kefeye koyuyor'' diyenlere bir
çift sözümüz var.
Biz şöyle diyoruz:
''Antidemokratik yasalarla, baskılarla gazetelere getirilen
yasaklarla terör onlenemez. Terörun recetesi
demokratikleşmedir...''
Haydi bakalim sizler bu konuda neler düşünüyorsunuz, söyleyin?
Hocaları, şeyhleri, sihları Güneydogu'daki PKK terörunu cozmek
için yola çıkarmaya, tarikat vakıflarını Milli Eğitim'e
bulaştırmaya çalışan ''karayobazlar'' medrese ve tekke eğitimini
gündeme getirmek için yarışa geçtiler.
Terörle Mücadele Yasası'nda yer alan ''laik cumhuriyet''
tümcesini kaldırmak için harekete geçen bu cevrelerin tek amacı
vardır unutmayin:
''Laik cumhuriyeti yıkmak...''
Bu nedenle halk deyişiyle ''farfara'' yapıyorlar.
Demokratikleşmeyi kendilerine ''siper edip'' kurnaz bir tilki
gibi ortalikta dolasiyorlar.
Farkında mısınınz? 14.11.1993
Tarikatlara ödün üstüne ödün verildi
Fethullah Efendi'nin Okullarında kaliteli eğitim veriliyormuş.
Kaliteli eğitim veriliyor diye adamin cumhuriyet, laiklik ve
Atatürk düşmanligini gormezden mi geleceğiz?.. Bir düşünceye en
büyük zarar, o düşüncenin yanında yer alinarak verilir.
Takiyyeci Fethullah da öyle yapıyor.
Fethullah'la Türk cumhuriyetlerinde şeriat, Iran şeriati
onlenemez; zira Fethullah'in kendisi bizzat Iran yanlisi ve
Iran'in yapmak istediğinin aynısını yapıyor. Okullara
Türkiye'den bol miktarda gerici yayın götürülmüş. öğrenciler ;
bu yayınlarla kosullandırilip yetiştiriliyorlar.
F ethullah Gülen cemaatinin Orta Asya cumhuriyetlerindeki
Okullarında neler oluyor. Bugün bu konuya gireceğim. Öğretmen
Secaattin Elikci yıllar önce Fethullahçı Okulları anlatıyor.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulasmak istediği hedefi cagdas
uygarlik olarak göstermiştir. Cagdas uygarliga ulasmadaysa akla
ve bilime öncelik tanımıştır. Büyük onder gelişmenin onundeki en
büyük engelin gericilik olduğunu açıkca belirtmıştır.
Gericiligin yuvalanma, buyume, gelişme ve guclenme yerleri, hiç
kuşkusuz, çeşitli tarikatlara bağlı tekke ve zaviyelerdi.
Cumhuriyetin bu karanlik yuvalarıyla bir olamayacağını bilen ve
anlayan büyük dahi, birer miskinlik ve tembellik yuvasindan
başka işlevi olmayan bu ortaçağ kurumlarını ikileme bile
düşmeden kararlı bir şekilde kapatmış, tarikatlarla ilgili
olarak da şu özdeyişsel sözleri söylemiştir:
''Efendiler ve ey ulus, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler,
dervisler ve mensuiplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek
tarikat uygarlık tarikatıdır. Uygarlığınn buyruğunu ve
istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.''
Şimdi, birtakım politikacılar, devlet yöneticileri Atatürk'un
Gençliğe Hitabesi'ndeki aymazlık ve sapkınlık uyarısına
aldırmadan tarikat şeyhlerine odun üstüne ödün veriyorlar.
Devleti ele geçirme savını sik sik yineleyen bir tarikati
ılımlı(!) olarak tanımlıyorlar. Oysa ki Siyasal İslam'in
ılımlısı olmaz. Her türlü tarikatın nihai ereği devleti ele
geçirmek ve ortaçağ yasalarını, yaşam biçimini topluma
dayatmaktır. Bu tarikatlardan herhangi birisinin başarılı eğitim
vermesi, onun yasadışı emellerinin görmezlikten gelinmesini
zorunlu kılmadığı gibi, onu meşru da kılmaz.
Devletin en önemli can damarlarına sızmasini bilen tarikatın
lideri, müritlerine acele edilmeden ve zayiat verilmeden hedefe
ulaşmaktan söz ediyor. Sayın Başbakan da kendisine bu durumla
ilgili sorulan soruya ''Itham edilen tarafın yanıtina göre tavır
alınacağını'' söylüyor. Hayret doğrusu!.. Ne ithamı? Adam her
şeyi açık seçik söylüyor, ortada tiyatro oynatılmıyor. Dublor de
yok. Olayı carpitmaya, ulusun gözunden kacirmaya çalışanlar
alemi aptal, kendilerini de dahi mi zannediyorlar?..
Neymis efendim? Fethullah Efendi' nin Okullarında kaliteli
eğitim veriliyormuş. Kaliteli eğitim veriliyor diye adamın
cumhuriyet, laiklik ve Atatürk düşmanığını görmezden mi
geleceğiz?.. Bir düşünceye en büyük zarar, o düşüncenin yanında
yer alınarak verilir. Takiyyeci Fethullah da öyle yapıyor.
Birtakım politikacıları, devlet adamlarını aldatarak en büyük
emellerini yurtdışında, özellikle de Orta Asya'da
gerçekleştiriyorlar. Bu okullarda Atatürk vitrin, bayrağımiz,
düşüncelerinin ambalajı, marşımız ve dilimiz de araç olarak
kullanılıyor. Oralarda şeriat Arapcayla öğretildiğinde kötü,
Türkçeyle verildiğinde iyi mi olacak? Böyle sahte kuramlarla göz
boyayıcılığın cambazliğını yapanlar gerçek Atatürkçülere dinozor
diye saldırmıyorlar mı?
Arkadaşim ödemek istemedigini görünce, himmet davasi (cemaat
içindeki bir cesit şeriat mahkemesi- F.B.) acmislar, odemeye
mecbur bırakmEsnaftan zorla para topluyorlar
Somutlamak gerekirse, radıkal İslamci Selam gazetesi, Eylul
1997'de Gülen hakkında birkac günlük dizi yazı
yayimladı. Bagnaz İslamci Akit gazetesindeki bir köşe yazari,
''Papa-Gülen'' bulusmasini sert bir dille ve İslami
zeminde elestirerek; ''İslam siyaseti, her turlu makyalevizmin
ustundedir'' mealinde bir ibare kullandı. Kadıri
tarikati mursidi Haydar Bas, cemaatin yayın organi Yeni Mesaj
gazetesinde, Papa bulusmasi munasebetiyle, Gülen ve Cemaatine
açık bir mektup yazdi.
Araştırmaci-yazar Faik Bulut , Fethullah Gülen'in maskesini
dusurdu. Bulut, o nedenle Fethullahçılardan yogun tepki aldi...
Faik Bulut, "Kim Bu Fethullah Gülen" kitabında (Ozan Yayıncılık)
gözlemlerini şöyle aktarıyor; Fethullah Gülen ve çevresi, son
yıllarda kamuoyunu en çok mesgul eden bir camiayi temsil eder.
Sabah gazetesinde Gülen hakinda yazı dizisi yapan Hulusi
Turgut'un saptamasina göre, ''Türkiye ve yurtdışında yaklasik 20
bin medrese ve okulu'' bulunan Nur hareketi hakkında olumlu ya
da olumsuz görüş belirtenler olması çok olagan. Bu gelişmenin
olumlu yani çokça tartisildi basin ve medyada. Fakat, yaratılan
''imaji'' olumlu bulmayıp, kuşkuyla bakanların varligi da bir
gerçek. Okulların acilma gayesi, Altin Nesil' in ne yapacağı,
gelecekteki rolu, Gülen ve çevresinin gerçek amacı vs. gibi
meseleleri irdeleyip sorgulayanlar bulunuyor bu toplumda. Son
örneğini, RP'nin yayın organı konumundaki Kanal 7 televizyonunda
''Sözün Özü'' adıyla program yapan Nazlı Ilicak' ın 23 Şubat
1998 günkü açık oturumuna katılan İstanbul Büyükşehir eski
Belediye Başkanı sosyaldemokrat Nurettin Sözen' in söyledikleri
teşkil ediyordu. Sözen, ''Okulların amacına ilişkin
kuşkularını'' dile getirdi. 25 Subat 1998 günü Kanal D'de Güneri
Civaoğlu tarafından hazırlanan ''Durum'' programinda konuşan
emekli general Kemal Yavuz, ad vererek, ''Fethullah Gülen'in kim
ve ne adla, hangi yetki ve sıfatla Papa ile buluştuğunu,
Vatikan'daki Türkiye Büyükelcisi'nin nasıl bir gerekceyle
kendisini resmi
protokolle karşılayıp ağırladığıni'' sordu. ''Kuşkucu'' kesimin
sadece laik ve Kemalist askeri cevrelerden geldigini söylemek
olanaksız. Tersine, kimi İslamcı/dinci çevrelerle bazı ulkuculer
kafalarındaki soruları açıkca seslendiriyor.
Ulkuculere göre, Gülen'in ''Türklugu yayiyorum, Türkçe'yi
dünyaya öğretiyorum'' gerekcesiyle yurtdışındaki cemaat
Okullarını savunmasi, tatmin edici ve samimi değil. Çünkü, orada
öğretilen Türkçe olmaktan ziyade Ingilizcedir. Gülen, geçen
yıllarda ''basortusu teferruattir'' kabilinden bir söz
söyleyince, basta ''turban takma'' mücadelesi veren öğrenciler
olmak uzere, hem Refahli kesimlerden hem radıkal İslamcilardan
açık-kapalı elestiriler aldi. İslamci Cuma dergisi, tepkişini,
habere elestirel yaklasimini kapak konusu yaparak disa vurdu.
Somutlamak gerekirse, radıkal İslamci Selam gazetesi, Eylul
1997'de Gülen hakkında birkac günlük dizi yazı yayimladı. Bagnaz
İslamci Akit gazetesindeki bir köşe yazari, ''Papa-Gülen''
bulusmasini sert bir dille ve İslami zeminde elestirerek;
''İslam siyaseti, her turlu makyalevizmin ustundedir'' mealinde
bir ibare kullandı.
Kadıri tarikati mursidi Haydar Bas, cemaatin yayın organi Yeni
Mesaj gazetesinde, Papa bulusmasi munasebetiyle, Gülen ve
Cemaatine açık bir mektup yazdi. Sakarya'da bulunan Nakşi
dergahinin bir kurulusu olan Hakikat dergisi, ''dinlerarası
diyalog'' u baslatan Gülen ve çevresini kastederek, ''Nurcular''
deyimine kafiyeli biçimde, ''Narcilar'' (cehennemlikler,
cehennemde yanacak olanlar) ibaresini kapaktan anons etti. (bkz;
Hakikat, Kasim 1996)
Nurcular nasıl para toplar?
Aynı dergahın ve Hakikat Vakfı' nin kurucu yöneticisi Omer Ongut
ise Gülen ve cemaatini kastederek, para/ bağıs toplama
meselesinde su iddialara yer verdi: ''Fethullah (Gülen) böyle
değildi. Davetlerden, ziyafetlerden kaçınırdı, yemezdi. Allah-u
Teala da onu muhafaza ederdi. Bunu biliyorum. Ama sonra bu
haramlara karisti. Nam ve sohret için oruclu oruçsuz insanlara
gösteris davetleri verdi. Mini etekli hanımlar hizmetinde
sohret, nam ve gösteris...'' (bkz; Omer Ongut, Hakiki
Müslümanlar ve Sahteleri, s. 18, Hakikat Neşriyat, 1996,
İstanbul).
Sakaryali Nakşi şeyhi Ongut Hoca, ''Onlar ahiret karşılığında
dünya hayatını satın alan kimselerdir'' (Bakara: 86) mealindeki
ayete dayanarak, Gülen çevresini, ''Böyle haram mahallere iftar
ismini vermiş'' olmak ve ''iftarları alet ederek mini etekli
hanımlarla oruçlu olanların da orucunu bozmak'' la (bkz; age, s.
18-19) suçluyor.
Omer Ongut'un Nur cemaatine ilişkin suçlama ve iddiaları bununla
kalmıyor, kendi deyimiyle ''misallere'' yani örneklemelere
dayaniyor. Şöyle ki: ''Bir taraftan iftar vereceğiz diye oltayi
atiyorlar. Bir taraftan halkı kaz gibi yoluyorlar. Diğer
taraftan, keyfi yollarla israf ediyorlar. O da haram, bu da
haram; bunların neresi İslam?
Yemeğe davet ediyorsunuz, gelenlerden para topluyorsunuz veya
senet alıyorsunuz, senedi ödeyemeyenleri de icraya veriyorsunuz.
Hadı din kurdunuz, Allah'tan korkmuyorsunuz. Halktan da
utanmıyorsunuz. Biraz yemek verdim diye kişinin hanesini
söndürüyorsunuz. Bir de bunu İslam dinini alet ederek
yapıyorsunuz. Bu, İslam dininde hiç görülmüş müdür? Bu, ancak
Nurculuk dinine yakışır.
Eskiden padişahlar ve zenginler davet ederlerdi. Gelenlere dis
kirasi diye para verirlerdi. Siz hem davet ediyorsunuz,
yemeğınizi yiyenin de dislerini sokuyorsunuz. Bu İslam dini ile
nasıl bagdasir? Hiç böyle bir şey gorulmus mudur? Ancak bu,
kurduğunuz Nurculuk dininin, dinden cikmis turemelerinde
görülüyor. Bu narcilik mi, Nurculuk mu?
Size ibret maksadı ile birkac misal veriyoruz. Bunlar icab
ettigi zaman mahkemede hepsi açıklanacak. Gayemiz halkı,
bölücülerin gaspciligindan kurtarmaktir.
1) İzmir'de bir gün bir arkadaş Nurcuların davetine icab ediyor.
Dedi ki: 'Her zaman olduğu gibi cazgirların 'benden bu kadar,
benden bu kadar' fasli bittikten sonra tahsildarlar makbuzlarla
ve hazırlanmış senetlerle çıkıyorlar. Sira ile. Sira bize geldi.
Bana da 'ne veriyorsun' demiyorlar. Sormadan, 'bu, su kadar
verir' diye kendileri yazıyorlar. Bu çok büyük bir rakamdi. Bana
da halkın içinde imzalattilar. Ben, isteksiz imzaladım. Bundan
rucu (geri donme/vazgecme) edebilir miyim?'
Edersin. Zira, isteksiz verilen şey zaten haramdir. Fakat (bağıs
diye imzalattirilan senedin bedelini) vermezsen, hemen icraya
verirler. Eskiden eskiyalar dagda soyarlardı. Bunlar da masada
soyuyorlar...''
2) ''Cankiri'dan diğer bir arkadaş dedi ki: 'Bizden de talepte
bulundular, bir şeyler vaadettik. Günu geldi, tahsildarlar
geldi. 'Ben böyle vaadetmemistim' dedim. Bu, 'bu yuku kaldırır'
demisler, bir o kadar daha ilave ederek vaadettigimin ustunde
(bir meblag) yazmislar. Istemedigim halde, benden aldilar.'
3) Izmit'ten bir arkadaş dedi ki: 'Gazeteci olmam hasebiyle
davetlerine gidiyorum. 'Benden su kadar, benden bu kadar' derken
bir arkadaşin da kiymetli bir saati var. Her toplantıda 'benden
de su saat' diyor. Fakat ikinci toplantıda gene aynı saat
çıkıyor...'
4) Yine İzmir'den bir kardes anlattı: 'Bir alis-veris
neticesinde vakıf tarafından bana ciro edilen birkac senedi
elden tahsil ettim. Tahsile gittigimde borclulardan biri; 'Bu,
esasinda benim borcum değil. Beni yemege cağırdilar ve orada
yemek sonrasi açık arttırma seklinde; 'benden su kadar, ondan bu
kadar' diyerek cazgirlar vasitasiyla bu senetleri aldilar.
Inanın su an bu senedi odeyecek gücüm yok. Ama bulup
bulusturdum, borc aldim, sana veriyorum' dedi. 'Bu parayi niçin
vermiştin' dedigimde, 'zekat olarak' verdiğini söyledi. Ben de
zekatin bu şekilde verilemeyecegini söyledim. 'Vallahi
mahcubiyetimden verdim' dedi.'
5) Ankara'da iki arkadaşa senet imzalatmışlar. Senetleri
ödemeyince icraya vermişler. islar.
Yine, bir kardesimiz nakletti: 'Simsarlar esnafi davet etmeden
evvel Okullarının salonlarını gayet güzel susluyorlar. Gelecek
olanlar zengin ise, suslemeye daha bir önem veriliyor. Her
simsar sehrin bir bölgesini aliyor ve orada tanıdığı esnaf,
tuccar... Gözune kestirdigi kişileri davet ediyor, ilk önce
yemekler yeniyor; sonra, özel olarak hazırlanan ust kata
çıkılıyor. Burada video ile yaptıkları icraatları anlatıp
ovunuyorlar: 'Biz şöyle hizmet ederiz, böyle büyük cemaatiz'
kabilinden. Sonra simsarlardan biri esnaftanmis gibi kendini
göstererek, 'Bunlar büyük iş yapıyorlar, benden şu kadar milyar'
diyor. Her toplantıda böyle açılışı
yapan birini bulunduruyorlar. Bir simsar da hep 'milyarlık'
açılış yapıyor. Sonra her misafire kağıt veriliyor ve ödeyeceği
parayı yazması isteniyor. Herkes bir şey yazdıktan sonra,
kağıtlar toplanıyor ve mikrofonun başında duran simsara hepsini
veriyorlar.
Simsar başlıyor herkesin adını ve yazdigi miktari okumaya.
Böylece her şeyi ilan ediyorlar. Bu sırada başka bir simsar
mikrofondan duyulacak şekilde tanıdığı kişiler için şöyle
bağırıyor: 'O daha fazla verebilir. 5 milyon mu yazmış; yapin 8
milyon'. Tabii bu arada 5 milyon taahhut eden kişi kıpkırmızı
kesiliyor. Sırayla bütün isim ve meblağlar okunuyor, planlı
oyunlar tezgahlanıyor ve iş geliyor senetleri imzalamaya.
Herkese, vereceği miktara göre senet imzalattırıyorlar. Sonra
zamanı gelince de kurt gönüllü olarak paraları almaya
gidiyorlar.'
Onların bütün faaliyetleri Nurculuk dinini kuvvetlendirmek için;
halk ise, bunların İslam dininde olduğunu zannediyor.
Bunu yalnızca Nurcular yapmıyor, Süleymancisi da Refahcisi da
yapıyor... (bkz; Ongut, age, s. 20-27)
Yeri geldi, değinelim; iddiaların doğru olup olmadığıni
saptayacak durumda değiliz. Ancak, bizzat Ömer Ongut Hoca'yla
görüşmemizde, bize, ''bunların bir kısmı dava konusu oldu, ama
bir şey tutturamadılar'' dedi.
Benzer bir olayı, Adıyamanli işadamlarının Ocak 1998'teki
toplantısina katilip, ''Fethullah Hoca çevresinden bazıları, bir
gecede trilyon topladı; ben de 500 milyon TL verdim'' diyen kişi
anlattı. ''Peki, neden verdin, onca evsiz barksız kürt göçmeni
var, onlara yardım edemez miydin?'' sorusuna, ''Vallahi, nasıl
olduğunu ben de anlayamadım.'' şeklinde yanıt verdi. Kuşkusuz,
bu da tanık olmadığımız bir iddia, ama iddiaların benzerlik
taşıması ilginç.
Hoca'nın Okullarının hikayesi
Fethullah Gülen, emekli bir vaiz. Resmi kayitlarda "emekli
maasi'' ile geciniyor. Bu yüzden, onca okulun yasal sahibi
değil, olamaz.
Gelgelelim, yakın-uzak çevresi veya kendine gonul vermiş
kimselerin kurduğu Okulların, ''kendi nasihat ve tavsiyesi'' ile
hayata geçirildiğini belirtiyor Gülen. ''Okulları devlete
devretmeye hazırım'' diyecek kadar da sahipleniyor. Ayrıca,
basin ve medyadaki dizi yazı/programlar da ''Fethullah Gülen ve
Okulları'' adıyla kamuoyuna duyuruluyor. Bu yüzden, kurucusu
olmasa bile, ''fikir babası, teşvik edicisi, manevi öncüsü''
olduğu yolunda genel bir mutabakat var kamuoyunda.
Bu bir yana, Gülen'e atfedilen okullarda okuduktan sonra,
''gerçeği gorup'' oralarda faaliyetleri anlatan iki öğrencinin
basin açıklaması, toplumda yanki yaratti.
Okullarda neler oluyor?
Peki, ya tartışmaya neden olan okullara ilişkin
iddia/anlatım/suçlamalar ne? Onu da, anilan iki öğrenciyle
yapılan söyleşiyi içeren ve İstanbul Üniversitesi basımevinde
1998'de basılan, ''Hoca'nın Görünmeyen Yüzü: Okulları'' isimli
kitaptan alıntılıyoruz:
''Bugün ortaya çıkarak, yıllarca birlikte yaşadığım bu cemaatin
aldatmacalarını ortaya koymanın altında iki önemli neden var:
1. Onlarla birlikte olduğum süre boyunca yapılan baskı ve
zorlamalar sonucu, iki buçuk yıl depresyon tanısıyla tedavi
görmüş olmam... Benzer bir durumu halen yaşamakta olan bir diğer
öğrencinin babasını tanımam. 2. Din adına korkunç bir sömürü
düzeni kurarak, insanları aldatan ve toplumu ortaçağ karanlığına
götürmek isteyen bu salgına, vatanını ve değerlerini seven bir
kişi olarak dur diyebilmek...
Okulun en başarılı öğrencisi olarak 2. ve 3. sınıflarda
Imam-Hatip OrtaOkulları bilgi yarışmasında yer alıyordum. Son
sınıfta okulun yakınında bir evde yaşayan bazı ağabeyler,
bizimle ilgilenmeye başladılar. Bizi evlerine davet ederek,
'derslerimize yardım edecekelerini' söylüyor, ayrıca bize çok
hoş ikramlarda bulunuyorlardı.
1989-90 öğretim yılı boyunca evlerinde bize ders veren bu
ağabeyleri, sınıftaki bir arkadaşım aracılığı ile tanıdım.
Saatlerce bize ders anlatır, bilmediklerimizi öğretir, bu arada
sohbet ederlerdi. Bu ağabeylerin, bizi çalıştırmaları
karşılığında maddi hiçbir şey istememeleri bizim için bulunmaz
fırsattı. Verdikleri derslere devam eden 6-7 öğrenciydik.
Birgün geldi, 'neden böyle bize iyi davrandıklarını'
sorduğumuzda; 'Bizler Okullarımizı bitirdiğimizde öğretmen olmak
istiyoruz. Sizlere ders anlatarak deneyim elde ediyoruz'
dediler.
Sözunu ettigim ağabeyler, bana ilimli olmayi ogrettiler: Bizlere
verilen eğitimin amacı Imam-Hatip Okullarında da, Fethullah
cemaatinde de aynıydi. Yani, İslami bir toplumu yaratmak...
İslam devleti kurmak. Bu amaca ulasmada yol ve yöntem farkliydi.
RP ve onun gibi tanımlayabileceğimiz radıkal gruplar,kendilerini
söylem ve faaliyetleriyle ortaya koyarken; F. Gülen cemaati, çok
daha yumuşak ve ılımlı bir görüntü çizmeye çalışıyordu.
Toplumsal tepki ve engellemeyle karşılaşmamak için, bize
öğretilen yöntem 'nabza göre şerbet verme' anlayışı idi.
Diğer insanlar, 'İslamda kadınla tokalaşmak haramdır' deyip
kadınlarla tokalaşmazlarken ve bir bakıma zihniyetlerini açıkca
ortaya koyarken, bizim cemaatin elemanları-insanları tarafından
kabul görmek için -kadınlarla birarada olmaktan kaçınmazlar...
Bu durumu başka bir örnekle daha açıklamak istiyorum: Mesela,
Işık Evleri'nde kalan biz Nur talebeleri için, coca-cola içmek
kesinlikle haramdır. Fakat cemaate yeni girecek veya yeni girmiş
insanların evine gittiğimizde, bize ikram edilen cola'ları,
'haram ' diyen ağabeyler, bizden önce davranır içerlerdi. Daima
uyumlu ve ılımlı bir görüntü vermek tedbir olarak
vasıflandırılır.
Ağabeylerle olduğumuz 9-10 ay süresinde, bizden hiçbir şey
istemediler. Öylesine sıkı bir tedbir uyguluyorlardı ki, o
insanları onca süre tanıyor olmamiza ragmen, namaz kildiklarını,
Zaman gazetesi ve Sizinti dergisi okuduklarını, Fethullahçı
olduklarını anlamamistik. Bunları, geriye donusumuzun artik
olmayacağı bir zamanda öğrendik.
Bu uzun zaman diliminde gazetelerini, kitaplarını, namazlarını,
ibadetlerini bizden siki biçimde sakladılar. Daha sonra bu
yöntemi biz de öğrencek ve yeni gelenlere, bize ve dostlugumuza
alisincaya kadar, hiçbir şey belli etmeyecektik. Bu gizlilige,
'hizmette temel eğitim' yani 'tedbir' deniyor.
Cemaat mensuplarına herhangi bir onyargi ile bakilmamasi,
onların tehlike olarak gorulmemesi için, bu yönteme
basvuruyorlar. Bu yöntem 'Isik Evleri' için çok gerekli.
Ayrıca, kamuoyu içinde çok olumlu bir görüntü veriyorlar. Gerçek
yuzlerini göstermezler.
Bizi İzmir'e getiren ve o çok güvendigimiz ağabeylerin gerçek
yuzunu gormeye başladık. Bize, kalacağımiz yurt için çok güzel
şeyler anlatmışlardı. Oysa, kalacağımiz yurt daha insaat
halindeydi. Ve yurdun bitirilmesi için, bizim de işçiler gibi
günlerce çalışmamiz gerekiyordu.
Bize, 'Atatürk Lisesi'nde okuyacaksiniz' demislerdi, oysa beni
Buca Lisesi'ne, N'yi ise Sirinyer Lisesi'ne kayit yaptırdilar.
Yeni yasam, yeni bir dünya...''
Dönmemek uzere bütün gemileri yakmış; bütün belgeleri onlara
vermiştik. Okullara kaydimiz yapılmışti... Ağabeyler de zaten
bunu çok iyi biliyorlardı. Böylece ailelerinden çeşitli
vaatlerle kopartilmis, dünyayi tanımayan, hiçbir şey bilmeyen
bir suru zavallı Çocuk... Artik, bu tarihten sonra bizim için
yeni bir yasam başlıyordu: Fethullahçılik.
Gerçek böyle... Sonra da kati bir disiplin ve Said-i Nursi'nin
öğretileri ile dis dünyadan tamamen kopuk, Fethullah Hoca'nin
görüşleri doğrultusunda bir sisteme dahil ediyorlar, hizmete
sokuyorlar...
Bu cemaatin kendisiyle misyon edindigi 'Ilay-i Kelimetullah'
yani İslami dünyanın her yanına ve her insanına götürmeye,
Allah'in dini olan İslami ve anayasa hukmunde olan Kur'an-i
Kerim hukumlerini hem fen hem de toplumsal yasamda etkin
kilmaktir. Diğer adıyla 'Kur'an hizmeti'..
Tedbir ise, Kur'an hizmetini yaparken bu hizmete hiç kimse
tarafından zarar verilmesin, bu iş yarım kalmasın diye alinan
birtakım önlemlerdir. Bu önlemlere, diğer adıyla takiyle ya da
tev'il yoluna gitme de denir. Örneklemek gerekirse, çok ilimli
ve yumUşak gözükmek, kod isimleri kullanmak, yeni öğrencilerden
uzun bir süre asıl kimliklerini saklamak gibi...
Kendine, 'Hakkı tutup kaldırma' ya da 'İslami yeniden herşeyi
ile hem bireyin hem de toplumun tum yasamina etkin ve egemen
kilma' diye tanımlayabileceğimiz bir misyon yükleyen bu cemaat,
kod isim kullanmayi 'tedbir' acisindan zorunlu gormektedir.
Nihai hedefe ulasana kadar, her yöntem ve yol mubahtır. Bunun
içine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer. Yeter ki,
'hizmet' kesintiye uğramasın. Hizmet denilen çalışmanın en büyük
özelligi, sessiz ve derinden olmasıdır. Bu gizlilik de guclu
oluncaya kadar devam edecektir. Gülen'in deyişiyle, bunun
olcusu, 'Gelinen hiçbir noktadan, hiçbir guc tarafından geri
adım attirilmayacak kadar guclu olmaktir'. Cemaatin temel
felsefesi budur...
Ağabeyler, kapmak için öğrencinin evine tanısma yemeğine
gitiklerinde, sayet evin reisi icki iciyorsa, Ağabey de ona
eslik ediyordu. Bir defasinda arkadaşımın evine gitmiştik.
Yemekte icki vardı; ağabey, arkadaşimin babasına katilmak için
orada icki de icti. Gözlerime inanamadım. Daha sonra,
sorduğumda, 'hizmet için' dedigini hatirliyorum.
Dışarıda entelektuel görünmeye çalışılır, pantolon giyılır,
kravat takılırdı. Evlerde ise salvar giyer, sarik takarlardı.
Yani dışarıda tedbir uygulanırdı... ( Görüştüğümüz eski bir
cemaat mensubu böyle bir olaya rastlanmadığını, dışarda modern
icerde salvar giyinmenin çok lokal bir davranış olması
gerektigini belirtti).
Cemaat medyayi iyi kullanıyor
Fethullah Gülen cemaatinin çok uzun yıllar kapalı ve sessiz
kalıp, sonra birdenbire kamuoyunun gündemine
girmesi, kuşkusuz, çok ince bir politikanın sonucudur. Fethullah
Gülen, 30 yıla yakın bir zamandır bu cemaati
oluşturmuş. Hiçbir gazeteci, ciddi biçimde, bu cemaatin
yetiştirdiği gençlerin dünyaşına girmeyi düşünnmemiş. Çok
sağlıklı bir araştırma, bazı şeylerin Türkiye'de ne kadar ters
gittiğini ortaya çıkarabilirdi.
206 kitle örgütünü catisi altında toplayan Sivil Toplum
Kurulusları Birligi (STKB), anilan öğrencilerin tanıtımına
onculuk edince, cemaat yayın organi konumundaki Zaman gazetesi,
Gülen ve Okulların savunmasini ustlenerek; STKB'yi ''illegal
örgüt yuvasi'' ve ''Atatürkcu Düşünce Derneği'' ni de ''Atatürk
ismini izinsiz kullanıyor'' diyerek sucladı. Gazete haberinin
ekseni, anilan kuruluslardaki kimi sosyalistlerin, gecmisteki
siyaşı/örgütsel faaliyetleriydi. Zaman, yine eski pasli silaha,
klasik-anti komunist propaganda yoluna sarildi.
Gülen'in avukatları da, öğrenciler ve arkasındakiler hakkında
dava acacaklarını açıkladılar. (bkz; Zaman, 17 Subat 1998)
Fakat Zaman gazetesi, kanunen yasak olan ''Atatürk'' adının
alinmasiyla, bir sifati ifade eden ''Atatürkcu'' sözcugunu
bilerek birbirine karistirip, sanki ''Atatürkcu'' sifatinin da
bir kişiye, dernege, kurulusa verilmesinin yasadışı olacağı
yolunda izlenim bırakti. Açık bir demagoji kokuyordu söz konusu
haber.
Bu arada, genelde dinci vakıfları barındıran Türkiye Gonullu
Tesekkuller Vakfı Başkanı Ahmet Sisman da, ''kimliği belirsiz
iki öğrenciye isnat edilerek Fethullah Gülen'in karalanmasi'' ni
kinadı. Gülen'den ''Ozur dilenmesi'' ni istedi. (Zaman, 14 Subat
1998)
İslami egilimli avukatlardan olusan Hukukcular Derneği Başkanı
Av. Necati Ceylan, ''bu açıklamayla hukukun cignendigini''
belirterek, ''bu açıkca yargisiz infazdir'' yolunda görüş
belirtti.
Ancak, STKB gerilemedi; daha önce basin onune cikmayan ve
adlarını gizleyen iki öğrenciyi kamuoyuna tanıttı. ''Hoca'nin
Görünmeyen Yuzu- Okulları'' adıyla, iki öğrencinin anlatım ve
iddialarını iceren kitabı basina dağıtti.
Başta Zaman gazetesi olmak uzere Fethullah Gülen'e yakın duran
cevre ise, öğrenci ''yakınlarının ifadelerine'' dayanarak,
''anilan iki kişinin STKB tarafından aldatildigini; kendilerine
burs verildiğini ve milyarlarca lira takdim edildiğini''
söylediler. Zaman, daha bir gayretli davranarak, STKB'nin
toplantısina katılan Türk-Is 1. Bölge Temsilcisi Faruk
Büyükkucak' la görüşerek, ''bu zatin, STKB tarafından başka bir
gerekceyle toplantıya davet edildiğini: oysa, basin
toplantısinin Fethullah Gülen aleyhinde olduğunu
öğrenince, oyuna getirilmis olduğunu ve toplantıyla bir
provokasyon tezgahlandıgini'' (13 Subat 1998) yazdi.
Aydınlık dergisine yaptığı açıklamaya göre, Büyükkucak şöyle
dedi: ''STKB toplantısina bilerek ve isteyerek katıldım. Oyuna
falan da getirilmedim. Zaman gazetesi carpitiyor. Tekzib için
arıyorum, ama karşıma çıkmıyorlar.'' (bkz; 15 Subat 1998)
Akşam 'dan Nazli Ilicak, ''Ser cephesi hala görevde'' basligi
ile su satırları kaleme aldi: ''Refah Partisi'nden sonra, sira
galiba Fethullah Gülen Hocaefendi aleyhine bir kampanya
baslatmaya geldi. Bazı gazete ve dergilerde haberler
yayınlaniyor, duzmece sehitler bulunup toplantılar düzenleniyor.
Gene birileri dugmeye basti... Birtakım sivil toplum kurulusları
cemaatin Okullarında okuyan iki eski talebeyi bulmuslar.
Okullarda, onbinlerce öğrenci okuyor. Iki tane sutu bozugu,
isimlerini gizli tutmak kaydiyla konuşturuyorlar... Malum
cevreler, Refah'i pacasindan tutup alaşağı ederken, medya ve
muhalefetten destek bulmuşlardı. Bugün, sartlar daha farkli
gözüküyor. Gülen Hoca'nin basinin, toplumun, siyaşı adroların
içinde çok sayida destekçisi var..'' (13 Subat 1998)
STKB, basina yaptıkları ikinci bir açıklamada, ''STKB'de yer
alan tum örgütler yasaldir'' dedikten sonra, ''Şeriat devleti
getirmek isteyenler, hangi kademelere gelmiş, hangi görev ve
yetkileri ele geçirmiş olursa olsun, demokratik, laik, sosyal
hukuk devlet ilkelerine gerçek anlamları ile sahip çıkan bizleri
bilinçli ve kararli şekilde karşılarında bulacaklardır'' yolunda
görüş belirtti. (Cumhuriyet, 14 Subat 1998)
Ardından ''Fethullah'in parlatılan yıldızını söndüreceğiz''
sözlerini söyledi. (Aydınlık, 15 Subat 1998).
Olayın hikayesi böyle.
Medya ile çalışan Strateji Grubu
Özellikle medya, Gülen cemaatine çok olumlu yaklaşıyor. Doğrusu
cemaat, medyayi çok iyi kullanıyor. Baslangicta, televizyonlarda
ya da basindaki söyleşiler, özel olarak seçilmiş kişiler
tarafından yaptırıldı. Bunlar anlaşmalı röportaj ve yazılardı.
Bunlar nasıl yapılıyor? Bilinen şeyler bunlar... Çeşitli
yöntemler var... Basında maddi ya da manevi çıkar temin etme
geliyor. Cemaat, Fethullah Gülen'in temas edeceği, söyleşi veya
TV programı yapacağı kişilerle ilgili olarak çok ayrıntılı bilgi
toplar. Onları değerlendirerek, uygulanacak stratejiyi saptar.
Zaten, kendilerine uygun önerileri kabul ederler. Medya
ilişkileri ile çalışan, çok geniş bir strateji grubu vardır.
Bunlar, yazılı ve görsel basınla iletişim kurmanın yanı sıra,
içlerinden bazılarını sürekli beslerler.
G. Gülen cemaatinin çok uzun yıllar kapalı ve sessiz kalıp,
sonra birdenbire kamuoyunun gündemine girmesi, kuşkusuz, çok
ince bir politikanın sonuçudur.
F. Gülen, 30 yıla yakın bir zamandir bu cemaati olusturmus.
Hiçbir gazeteci, ciddi biçimde, bu cemaatin yetiştirdigi
gençlerin dünyaşına girmeyi düşünmemis. Çok sağlıklı bir
araştırma, bazı şeylerin Türkiye'de ne kadar ters gittigini
ortaya çıkarabilirdi.
''Nabza göre şerbet vermek...''
Son günlerde cemaatle ve hoca ile ilgili haber söyleşiler çok
arttı. Bizlere, zaten, 1998 yılı başı itibariyla cemaatin çok
önemli hale geleceği söylenmişti. Öyle de oluyor. Hele cemaatin
ödüllerini alana ünlü kişiler...
Bugün yükselen radıkal İslama karşı Gülen'i umut ışığı görenler,
kısa zaman sonra ne denli yanıldıklarını anlayacaklardır...
İstanbul Gazi Mahallesi'nde meydana gelen olaylar sırasında
incinmiş olan Alevilerin, bir anlamda destegini almak için, 'Ben
de Aleviyim' diyor F. Gülen. Bunu ağabeylere sorduğumuzda,
'Hocaefendi, bu sözleriyle ne demek istedi?' dediğimizde, bize
söylenen şuydu: 'O Kızılbaşlara ulasabilmenin, hareketimize
engel olmalarını önlemenin yolu, biraz gururlarını oksamaktan
gecer. Nabza göre şerbet vermek gerekir. Hocaefendi, bunu
yapmıştır.'
Cemaat, Sünnilik dışında bütün mezhepleri kesinlikle reddeder ve
dışlar. Doğu'dan gelmiş Safii mezhebindeki bazı arkadaşlar,
zorla Hanefi yapıldılar...
Takiyye, cemaatin temel felsefesidir. Kullanılan kod isimler,
uzatılmış saçlar, uzun favoriler, modern görünüşler,
gerektiğinde kızların başlarını açmaya zorlanmaları, hep hedefe
varmak için kullanılan göstermelik hareket ve aldatmacalardır...
Oysa, hizmette, sürekli olarak, ca beyinlerimize 'cemaat dışında
dost olmayacağı, cemaat dışındaki bütün insanların çok kötü
insanlar oldukları' aşılandı.
Burç, FM, STV, Sizinti, Aksiyon vs'den olusan bu cemaatin
medyaşı, propagandalarını yapmak ve kendilerini tanıtmak
acisindan çok önemlidir. Yayınlarda tarihi ve güncel olaylar çok
ddeğişik acidan yorumlanarak verilmek istenen mesajlar topluma
ulaştırılır. Ama, bilir misiniz ki, bu yayınlar biz cemaat
öğrencilerine yasaktir.
Bizler STV, Burc FM'i izleyemeyiz. O yayınlardaki cagdas bir
konuşma, konuklarla sohbetler ya da muzik programları bizim
kafamizi karistirabilir diye... Çünkü yayınlar, cemaatin
kamuoyuna yansiyan yuzu için özel olarak seçilmis programlardan
olusur. ( Cemaatte 'kadın sesi kesinlikle haramdır' fikri, ilk
öğretilenlerin başında gelir. Oysa, STV'de Eser - Engin Noyan
cifti birlikte program yapmaktalar. Hizmet evlerinde aynen STV
gibi Burc FM'i de dinleyemeyiz. Ağabeylere sorduğumuzda, 'bu
yayınların ehli dünya için olduğunu, topluma hoş görünmek,
taraftar bulmak, kabul gormek için özel olarak hazırlandıgini,
bizler için hayırlı olmayacağını' söylerler).
Ote yandan, zar zor gecinirken, bizleri mecburen Zaman ve
Sizinti gibi cemaatin yayınlarına abone yaparlardı. Yurt ve
evlerde kalan herkesin bir görevi vardı; Zaman gazetesi, Sizinti
dergisi sorumluları gibi. Onlara kazandirdikları her abone için,
'ahirette sana su kadar Huri verilecek ve sevap yazılacak'
diyerek çalışmaları, gazete ve dergilerin tirajlarının
arttırılması sağlanırdı.
Işık Evleri
Gülen'in deyimiyle, (öğrencilerin/ağabey adı verilenlerin
kaldığı-F.B.) 'Işık Evleri' cemaatin inanmış ya da ticari
imkanlar sağlanmış esnaf ve işadamları tarafından finanse
edilir. Cemaat için ağı genişletmenin yolu, yeni mali kaynak ve
insan gücü bulmaktadır. Cemaatin birlik bütünlük içinde birarada
bulunup, amaçlarını gerçekleştirmesi için, yeni gelenlere manevi
ve mukaddes değerlerin önemi benimsetilir. Ahiret hayatlarında
elde edecekleri kazanimlar, sevaplar anlatılir. Önceleri
Anadolu'daki esnaflarla başlayan, sonra büyük kentlere ve iş
dünyasına ulaşan bu maddi yardımların birer Allah ve Peygamber
hizmeti olduğu kabul edildiği için, cemaat bu konuda pek zorluk
çekmez.
(Bu yardımsever kişilerin) cemaatin, öğrencileri Ummet rüyaları
ile eğittiklerini bilmedikleri muhakkak. 'Hayırlı bir is'
diyerek buna sarılıyorlar. Böylece, Türkiye'nin dort bir
tarafında, ilçelere kadar uzanmis bu evlerde, okullardaki
basarili, zeki çocuklarla bağlantı kurulur. Genellikle okul
birincileri seçilir.
Bu nedenle, 'Işık Evleri', cemaate adam kazandırmanın en etkili
yöntemidir. O evlerde görülen yakınlık, karşılık beklemeden
yapılan yardımlar Çocuk dünyamizda bizlere, o güne değin hiç
sahip olmadığımız duyguları, heyecanları yaşatır. Ancak cemaate
girdikten ve cemaatin bir küçük üyesi olduktan sonra muthis bir
değişim baslar. Bir askeri disiplinle, öylesine katı kurallarla
yaşamaya başlanır ki, dayanmak çok güçtür.
... Yurt belletmeni, beni, sabah namazına kaldırdı. Üstüm açık
olduğu için çok üşürdüm. Bir de sabahları buz gibi suyla abdest
alırdık. Bir keresinde abdest almak istemedim. Belletmen, zorla
beni suyun altına soktu. Ondan sonra hasta, sinuzit oldum...
... Yatsı namazı ve tesbihattan sonra, ev imamının sohbeti
vardır. Sonra Nur Risaleleri ve F. Gülen'in kitapları okunur,
kasetleri izlenir. Haftada en az (biz öğrenciler için özel
olarak hazırlanmış) 3 kaset video izlenir. İslamin nasıl yeniden
yönetime hakim olacağı, ozlenen Ser-i düzenin topluma faydaları
ve benzeri hedefler tekrarlanir. Ya da Hoca'nin yeni çıkan bir
kitabı sayfa sayfa okunur. Ev imamı tarafından yorumlanır.
Hepsinden sınav yapılır. Mecburi yarışmalar düzenlenir ve
kazananlara, yine Hoca'nin başka bir kitabı verilir.
Evler çok güzel döşenmis, her türlü imkani olan evlerdir. Ev
imamı, öğrencilerle sürekli toplantı halindedir. Dikkati
çekmemekk için, toplantılar herkesin uykuda olduğu zamanlarda
yapılır. Siki istisare içindedirler. Eve gelen öğrenciler kivama
gelmişse, onların planlamasi yapılır. Zaman gazetesinin
promosyonu için çalışılır. Her evin imamı, abone bulmak
konusunda yarış içindedir.
''Kutsal cemaatten olmak...''
Bir kere, beyinlerimize su ana fikir sanki kazınmıştır: 'Bu
cemaatten olmak çok büyük bir nasiptir. Yani öyle bir kismettir
ki, herkese nasip olmaz. Allah'in ancak çok sansli ve seçilmis
kulları, bu cemaatin bireyleri olabilir. Bu kutsal cemaatin
manevibir misyonu var'..
Ayrıca, sürekli olarak cemaatin çok büyüduğu ve hayatta ne olmak
istersek -kaymakam, vali, polis, öğretmen- olabileceğimizi ya da
nerede ve nasıl bir is kurmak istiyorsak, cemaatin hemen yardım
edecegini söylüyorlardı. Cemaatin sadece Türkiye'de değil, bütün
dünyada yayıldigini ve çok guclu olduğunu söylüyorlardı.
Eğer cemaate karşı olumsuz bir davranışınız olursa, hizmeti
sekteye uğratacak birşey yaparsanız, en başta 'şefkat tokadı'
yersiniz. Allah'ın kapısına sırtinı dönmeniz ve Allah'ın da size
sırtını dönmesi... Peygambere karşı gelmeniz... bunun sonuçları
ne olabilir? Bu tür öyle korkutucu şeyler anlatılır ki, inancı
olan bir insan için bunlara tahammül edilemez... Eğer cemaate
karşı çok büyük bir şey yaparsanız, hizmette küçücük bir hata
yapmış olursanız, Allah başınıza öyle husumetler getirir ki, ne
dünyada ne de ahirette belinizi bir daha doğrultamazsınız.
Şefkat tokadını muhakkak yersiniz...
Cemaat, çok net söylemek gerekirse, ana hatlarıyla:
a) Isik Evleri ve yurtlarda yetiştirilen, Gülen'in deyişiyle,
'Isik Suvarileri' yle yeni bir toplum yaratmak... Altin Nesil
denen, bu yetiştirilen genclik, cemaatin ana hedefleri
cercevesinde yeni bir toplum yaratacaktir.
b) Yaratılan yeni toplumda İslami düzen hakim olacaktir. Bu da
laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni sona erdirip, yerine
Ser'i kanunların gecerli olacağı, İslami devleti kurmakla
gerçekleşecektir.
... Yetiştirilip, kendilerini Altin Nesil denilen yeni nesil,
Atatürk'e, devrimlerine ve onun eseri olan Cumhuriyet'e
düşmandir. Onunla hesaplasmak uzere yurt, kolej ve Isik
Evleri'nde eğitilmislerdir. Ser'i düzeni arzulayan tek tip
insanlardan olusan yiginları olusturur...
Yani bir kul oluyoruz. Artık hangi yöne sürüklenirsek, nereye
götürülürsek oraya gidiyoruz. Sormayan, sorgulamayan, kendine
söylenen her şeye rıza gösteren, itaat eden kişi oluyoruz.
Ağabeyler ne derse, itirazsız kabul edeceksin...
Orduya yönelik siyaset
Gülen ve cemaati; planlı sürdürdükleri çalışmalarının önünde
engel olarak hep orduyu görmüşlerdir. (Orduyu) ele geçirme hep
başarısızlıkla sonuçlanınca, Gülen, şu anda orduya yönelik şu
politikayı izlemektedir:
1) Orduya hoş görünme (bu arada hizmet çalışmalarını yine sessiz
ve derinden devam ettirme)
2) Askeriyeye karşı bazı politikacılardan alınmış tavizlerle
polisi güçlendirme (Asker-polis denkliğini oluşturmaya
çalışma)..
Ordnun istediği zaman ihtilal yapabilme ihtimalini önlemenin
yolu ya da orduyu ele geçirmek ya da böyle bir güç dengesi
oluşturmakla sağlanabilir (polis kolejlerine girmek, öğretim
üyelerini özel olarak seçtirmek ve cemaate bağlı polisleri daha
öğrencilik yıllarında etkilemek, hizmete sokmak)..
Nitekim basina yansiyan pek çok olay, cemaatin polis camiasinda
oldukça etkin olduğunu göstermiştir. Katı hizmet anlayışı içinde
yetiştirilen bu polisiye kuvvet, gerektiğinde silahlı bir güç
olarak ordunun karşısinda yer alabilir diye düşünülmüştür.
Gülen, ordu konusunda o kadar hassastır ki, askerin almış olduğu
her olumsuz karar, onu hasta eder, yataklara düşürür... Idari ve
siyaşı kadrolardaki müritleri, ona tehlikeli durumları (darbe
vs-FB) ihtimalleri çok kısa zamanda ulaştırıyorlar kuşkusuz...
... Hizmet, askeriyeye çok büyük önem vermektedir. Şu anda
Hizmet'in hedefi askeriyedir. Bu kurumu da ele geçirirlerse,
Türkiye çok büyük bir kaosun içine sürüklenecektir.
Hizmet devamli olarak, uygun kişiliğe, asker kişiliğine sahip
sır vermeyen elemanları seçer ve eliyle askeriyenin içine koyar.
Bunlardan biri de bendim. Ancak birkaç arkadaşimiz, daha sonra
askeri okullarda fark edilerek okuldan uzaklaştırıldılar.
Bizleri, askeri okullarda kendimizi belli etmememiz için özel
olarak eğitirlerdi. Mesela, gözlerimizle namaz kılardık....
|
|